Titriyor, neyden kaçıyorsun?
Tınlıyor, çevirme kafanı.
Korkma, dal, boğulursan da bu suda boğul!
Yoksa, nerede boğulup gideceksin?
Usul usul suyu yoklama ılık mı diye, dal!
Dal!
Ruhunu soymadan dal, bırak ruhun ıslansın.
Islansın, kansın, doysun suya, ruh o suda boğulur mu ki?
Ruha gerekirse nefes edecek nefes meleklerin nefesi değil midir?
Kimsin sen?
Sen ben misin? Kimim ben?
Ruhunu soymadan dal bu suya.
Canını suda bırak, sudan çıktığında,
Canını suda bırak, sudan çıktığında,
Suda bırak canını, gez sadece cesedinle dünyada.
Gez sadece cesedinle dünyada.
Sadece cesedinle
Ama uğra, yalvarırım sana, ruhunu soymadan uğra o suya. Her ânında…
Bir dal, bir çık sudan, an ve an…
An ve an…
Cesedinle oyalan diyarlarda.
Ruhunu soymadan o suda yaşa…
Anda cansız ceset ol, anda o suda ruhunla beraber boğul.
Yalvarırım sana.
Kalbin atışını al eline, gürle ruhunla, sus ve ceset ol, sonra tekrar o sudan meşrep kan ver ruhuna
Sonra sükûtunda ceset ol diyarlarda,
Şakı ruhunla sudan aldığın ilhamla,
Sus, konuşma, can can diye can çekişme, bırak canı suda,
Ceset ol günde ve gecede,
Güneş ol o suyun içinde.
Yalvarırım sana.
Said Halid Yeleğen, 2021
My fuel is anger,
Scream with me to death,
Until death itself regrets,
Come closer if u want to hear more brutal truth,
Anger of inner demon is the fake voice of the truth,
When u ignore it,
Or when u accept it,
Anger of demon will scream,
From my mouth.
Scream with me to death,
Until death it self regrets,
And your inner demon hides behind the pillars of truth,
The truth is shy, and it desires to be known,
Demon seeks it to destroy.
When every pillars will collapsed,
There will be dust and sorrows made from tears and void.
I will have a chance to rebuild these pillars again and again,
If I’am alive…
Inner demon screams,
We hold his hand with greed and joy,
And we bless and name it as reward and success,
Scream with me to death,
Until death itself regrets,
Come closer if u want to hear more brutal truth,
Anger of inner demon is the fake voice of the truth.
Said Halid Yeleğen 2019
Bakıyorum da, bizde son derece sahte bir durum alış var. Bize ait olmayan ve bize aitmiş gibi davrandığımız her yerde, her şeyde bir sahtelik var. ‘Ben ben değilim’ çabası. Bir de kendisini kendisi zannedenler. Hepsi aslında aynı sahtelikte.
Devrim düşü kuran, protesto eden, aktivist geçinen herkesin sahte çabaları ortalıkta. Yazıyı yazdığım zaman itibari ile öyle sosyal olaylar falan gözlemlediğimden değil, sadece bakıyorum, birileri ”Bu böyle gitmez! Bu milletimin menfaati için bize gereken şudur!” diyerek, sözüm ona, eylem yapıyorlar, itiatsizlik gösteriyorlar, kendi isimlendirmeleri ile ‘devrim yoluna’ çıkıyorlar. Hissiyatları ne kadar samimi, ne kadar doğru olursa olsun, hislerinin doğum yeri sahte, metotları sahte, çünkü kendilerine ait değil. Bunlar hep ‘ben ben değilim’ çabası, devrim mevrim hikaye.
Bir de işte; kendisini kendisi zannedenler. O kadar cahiller ki, kendilerinde olduğunu sadece ‘göstererek’, aslında kendilerinde değil, taklit ettikleri atalarının inancında olduklarının çığırtkanlığını yaparak, ‘bak ben kendimdeyim’ diyor. O kadar sahtesin ki sen… Bir bilsen… Bir kendini kandırmaktan vazgeçsen ve ne kadar cahil olduğunu, çağın yaklaşık üç yüz bin yıl gerisinde olduğunu görsen, bunu kabullensen ve gelişmek, değişmek, dirilmek için bir adım atsan? Yok canım olur mu öyle şey, o zaman atalarının inancını taklit etmenin aslında hiçbir şey ifade etmediğini görecek, bunu ister mi? Kaçıp girdiği tek delik o, güvenli karanlığı orası.
Ha bide bunu bilenler var! Aslında cahil olduklarının farkında ama içinde var oldukları, daha doğrusu o da sahte ya, var olduklarını vehmettikleri bir makam var; aydın, ileri gelen, düşünür, kitap okumuş adam, vesaire makamı… Küsurat… O kadar sahteler ki… İnandıkları tek şey kabul görmek. İçinde bulundukları insancıklar ki hayli kalabalıklar, beyinsiz bir topluluk dahi olsa, onlardan bir taltif görmekle yetiniyorlar. İşte görün, okudukları iki dirhem kitabı neye satıyorlar.
Mesela okullar, o kadar sahte ki… Ya da müzeler… Hastaneler, yürüdüğümüz yol, binalarımız, kanunlarımız, sohbetimiz, lütfen dikkat edin, selamlaşmanıza dikkat edin, bir bakın. Kendinizi kasıyor musunuz, ‘ulan nasıl selam versem ben bu yobaza’ ya da ‘ulan nasıl selam versem ben bu zındığa’ diye, kasmıyor musunuz hiç kendinizi? İşte, sahte bu yahu!
Ya da ne biliyim, çektiğimiz filimler, yazdığımız romanlar. ‘Benim derdim bu’ diyen, kendi kendisine küfür edince sanki hiç ‘eski’ kendisi var olmamış olacak ve bir anda felaha erecek; her şey bir anda değişecek, evrilecek, hadi canım sende!
Bir de ‘kendisini kendisi zannedenler’ var ya işte, onlarda ‘bakın, bakın, ben buyum, aslında sen de busun! Bu biziz yani! Ama bak, gör ve bunu kabul et’ dayatması ile ötekileştiren, izah edemeden, ne dediğinin bile farkında olmadan, yine sahte metotlarla güya bir ‘dert’ anlatıyor ama işte alkışı sadece o kuytudaki yardakçılarından alıyorlar. Sahtesiniz işte, siz samimi bile değilsiniz.
Samimi adam yaşar.
NE olursa olsun yaşar. İnandığını yaşar.
Çünkü yaşam sahte değildir. Samimi adam uyandığında o dertle uyanır, o derde hizmet etmeden yatağa girdiğinde de uyuyamaz.
Yaşarken samimiyseniz metotlarınız da sahte olmaz. ‘Ay benim niyetim iyi aslında ama…’’ hay senin iyi niyetine!
Niyet, içinde durdukça seni zehirler kuzum.
Ya niyeti davranışına yansıt, ya da niyetini değiştir. Niyetinle avunup, sahte sahte davranma.
Bakınız etrafınıza, derdi olan ve o dert için yaşayan kim varsa işte o gerçektir, inançları taklit ediyor olmayı ‘Hak’ vehmeden ya da bunu reddedeceğim diye ‘Hak’kı reddedenler de sahte.
Ne niyet taşıyor olurlarsa olsunlar, kendi kültürel ve sosyal kodlarında olmayan, sadece metot olarak bile kendine aykırı yöntemlerde hababam inatla ısrarcı olanlar da sahte.
İşe ya-ra-mı-yor! Kör müsün?
Said Halid Yeleğen, 2021
Sergen Yalçın. Futbolla hiç alakanız yoksa bile tanımamanız mümkün değil. Sergen, belki Türk futbol tarihinin gelmiş geçmiş en yetenekli futbolcusuydu. Ama çalışmayı yeteri kadar sevmezdi. Eleştirildiği çok husus vardı ama Sergen’in gerçekten eleştirildiği asıl nokta çalışmamasıydı.
Peki bir insan neden çalışmaz?
O işi sevmediği için mi? Ya da işini sevse bile çalışma ortamını mı sevmez? Yoksa o işin haricinde başka şeylere mi gönlü kayıp durmaktadır?
Bu soruların hepsinin ortak bir noktası var fark ettiyseniz, ‘sevmek’. Bir iş üzerinde çalışmanın doğrudan ‘sevmek’ ile ilgisi varmış gibi duruyor değil mi?
Hayır, ne yazık ki o kadar basit değil. Sevdiğin işi bile yapıyor olsan, çalışmayabilirsin ve sonuçta mutsuz olursun, hatta depresyona bile girebilirsin, ‘’sevdiğim işi yapıyorum ama olmuyor’’ diyorsan zaten gelebileceğin en kötü noktadasındır. Bir, ‘ben bu işi zaten sevmiyorum abi’ avuntun bile yoktur.
İnsan sevdiği işi yaparken çalışkan olmaz. İnsan o iş üzerinde çalışkan, üretken, antrenman yapabilen kişi olduğu için o işi sever.
Sergen’e basit tarafından bakarsak, çalışmıyordu. Peki sonuç? Futbolculuğu sevmiyordu. İşi sevip sevmemek sonuçtur.
Hiç bilmediğin bir alana ilgi duymak sevgi olabilir, ama o kapıdan girdiğin anda seni o kapıya getiren sevgi seni taşımaya yetmez. Orda devreye giren çalışmaktır. O işin nev’ine göre emek vermektir. Sonra sevgi ‘pıt pıt’ o işin her yerinden zuhur etmeye başlar, çünkü ortada bir eser vardır veya eserin ortaya çıkmasına kuvvetli, delilli, bir inanç.
Lütfen bakın, kendi alanlarında üretken, başarılı ya da her ne ad veriyorsanız, sonuç alan kişilere bakın. Bu kişilerin hemen hepsi, işin mutfağında uğraşırken, mutlu ve sevinçli değiller. Hatta çoğu zaman gergin, bezgin, yorgun, terli ve somurtkandırlar. Baksanız ‘’bu adam bu işi sevmiyor’’ dersiniz, çok net.
Çünkü sevgi, mutluluk ve benzeri şeylerin hepsi sonuçtan sonra ortaya çıkar. Filim gösterime girmiştir, ameliyat tamamlanmıştır, son dakika golü atılmıştır ve mutluluk! O futbolcu maçta koşarken mutlu olsa, yumuşar. Evet yumuşar, rakibine baskı kuramaz, Sergen’se bir çalım daha atma isteği gelmez içinden. Pası verir geçer, herhangi birisi gibi.
Eğer yaptığımız işi ‘yaparken’ mutluysak bir şeyler olağan üstü ters gidiyor demektir. Algılarımız kapanır, rahatlık vardır üstümüzde ve bir sonraki adımı atmakla ilgili gözümüzle görmediğimiz, hatta bu sevgi hali bunu imkânsız hale getirir, göğsümüze oturmuş prematüre bir tatmin söz konusudur. Eyvah eyvah…
Bu sebeple, aşikâr olduğu üzere, sevgi, belki o kapıdan girmemize yeterlidir ama bizi orada kalıcı hale getirmeye yetmez, sonrası çalışmaktan geçer.
Peki, çalışmak nedir?
Çok basit. İstikrar.
Her ne yapıyorsak, yine kendi özelliğine uygun bir istikrar. O haleti ruhiyeyi hayatının her anına işleyen, sabah uyandığında ilk düşündüğün ve yatmadan önce aklına gelen son şey, istikrarın eseridir. Sergen istikrarlı şekilde antrenmanını yapsa, en azından herkes kadar, belki söylendiği gibi dünya yıldızı olurdu.
Ha şimdi diyeceksiniz işte orda antrenman yapmayı sevmek gerek, bende size koskocaman bir ‘hayır’ diyeceğim. Hiç kimse sevmez koşup, terlemeyi. Belki yüz defa arka arkaya şut atmayı.
Bunu yaparken eğlenenler gelişmiyorlardır. Çünkü orada bir ‘sanal’ sevgi, eğlence hissi, mutluluk hali varsa bu rüya gibidir. Yaptığınız şeyleri bir bilinçle yapmıyorsunuzdur. Bilinçli kalarak çalışmak için ne yapmamız gerekiyorsa onu yapmak gerekir. Bunun hiç eğlenceli bir tarafı yoktur.
Mutfakta hayal edin kendinizi, hiçbir şey düşünmeden, kulağınızda bir müzik veya göz ucuyla izlediğiniz bir video eşliğinde, ama hiç öz bilinç ve farkındalık olmadan bir yemek hazırlayın, çok da eğlenin. Bu ritüeli birçok kez ‘bilinçli’ bir şekilde yapmamışsak, yani o yolda önceden yürümemişsek, ortaya çıkacak olan yemek hiçbir şeye benzemez.
Ama şimdi şunu söyleyebilirsiniz, ‘ben pek ala çok da eğlenerek yemek yapabilirim’. O zaman size şunu soruyorum, bu hayatınızdaki ilk mutfağa girişiniz mi? Mutfaktaki acemi zamanlarınızı hatırlayın, yere dökülen yumurtayı, ağzı kapanırken ortalığı batıran unu, tuzu fazla koyunca ‘anne tuzu fazla koydum ne yapacağım’ diye soran çaresizliğinizi, hatta yemeği tamamen döküp, makarnaya geri vites yaptığınızı. Peki bunlar ne? Eğlenceli zamanlar mıydı?
İstikrar, doğru plan üzerinde, sonuçların kendiliğinden ortaya çıkacağı bir çalışma rutinidir. Yaptığınız işe göre, belki her gün, azar azar, ama belki de her gün.
O mükemmel pastayı yaptığınızda iltifatları toplarken mutlu oldunuz ama siz o pastayı yapmayı öğrenene kadar belki kaç defa hayıflanıp mutsuz oldunuz, kaç kilo unu heba ettiniz. Mutlu değildiniz o yolda yürürken.
Sergen bile olsak istikrar gerekiyor, çalışma istikrarı. Sonuçlar geldikçe de diyeceğiz ki ‘ben bu işi seviyorum’. Çok zor bir denklem değil aslında.
İşleri çok sevimsiz hale getirenler ise o istikrarın ortaya çıkmasını engelleyen veya kör topal var olan istikrarı bozan parazitlerdir. Sonra o iş ‘’ben bu işi sevmiyorum’’ olur. Hayır, dikkatli bak. Senin istikrar tutturmanı engelleyen şeyler ne? Bencil bir patron mu? Özel bir mental veya fiziki yatkınlık gerektiren ama sende olmayan bir alanda iştigal etmek mi? Hazır, hızlı dopamin bağımlılığı mı? Kötü bir ilişki mi? Belki binlerce sebep sayılabilir ve herkesin işte bir gerekçesi, çoğu zamanda da bir bahanesi vardır.
Bunu değiştirmenin yolu varsa, değiştirmemiz gerekiyor. Değiştirmezsek sorumlusu biziz. Değiştiremiyorsak, o istikrarı sağlayacak bir savaş vermek zorundayız. Yoksa çalım atmak yerine, sürekli yan pas yapar dururuz; ve yaptığımız hiçbir işi ‘sevmeyiz’.
Said Halid Yeleğen, 2021
Troll ülkesinin vatandaşları türlü sebeplerden; cehaletlerinden, takma adın arkasına sığınıp, kılıç sallamanın verdiği korkakların cesaretinden, ya da organize bir şekilde ‘trollük’ yapan profesyonel trol olabilirler. Ya da başka bir çok sebepten…
Bu ülkenin vatandaşlarının bir kısmı da bir yazıyı/yayını/söylemi yanlış anlayan, yanlış anlamak işine gelen, anlayamayan ve benzeri sebeplerden ötürü içinde bir öfkelenme durumu ortaya çıkan, bir reaksiyon verme ihtiyacı ile köpüren, asıl maksadı trollük olmayan kişiler de olabilir. Hepsine beraber kısaca Troll Ülkesi Vatandaşları diyeceğim.
Bu ülkenin vatandaşlarına, sosyal medyadan cevap yetiştirmeye çalışmak bence sadece enerjimizi boşa harcar. Ama bu vatandaşların mesajlarını okuduğumuzda oluşan reaktif hislerimizi ve düşüncelerimizi belki bir sonraki yazımızda/yayınımızda daha derli toplu bir malzemeye dönüştürebiliriz.
Vatandaşların mesajlarına aynı mecradan cevap vermenin prematüre tatmine yol açtığını düşünürüm hep. Ve bu prematüre tatmin, gerçek tatmini engeller/geciktirir zannediyorum; yani burada trollere verilen on cevap, bize faydalı ve kalıcı ‘bir’ fikirden mahrum bırakabilir. Çünkü trole cevap verme ile prematüre tatmin yaşamışızdır ve gerçek üretimden, bir parça uzaklaşmışızdır.
Bizim maksadımız ‘’sosyal medya da etkileşim olsun, ben trollere cevap yetiştireyim de bahsedilmem artsın’’ gibi son derece yanlış hatta ahmakça bir gerekçe ise bu çok tehlikeli. Çünkü eğer sosyal medyada yaptığımız bu ‘smart ass’ davranışlar bizi biz yapmadı ise, ki böyle var olan kişilerin ömürleri çok kısadır, bu yöntemi takip etmek kendimize ihanettir. Çünkü aslında biz farklı bir mecrada var olmuşuzdur; bu sebeple biz o sosyal medyada itimat edilen/trollenen birisine dönüşmüşüzdür. Asıl çıkış noktamızı unutmamak gerekir; bu şekilde troll ülkesi vatandaşlarına cevap vererek ‘etkileşim olsun, bahsedilmem artsın’ demek bizi asıl çıkış noktamızdan uzaklaştırır, kendimize ihanettir bir nevi…
Adeta bir pil gibi ki bizim enerjimiz de sınırsız değildir. Bu pil bir kaset çaları çalıştırmaktadır, bir albümü dinleyecek kadar yetecek olan pili, play/stop ede ede, şarkılardan beş-on saniye dinleyip durdurmak gibidir bu vatandaşlara sosyal medyadan cevap yetiştirmek. Böyle yapınca da o kısa dinlemeler, bir anlık bize tatmin verse de aslında tam bir şarkıyı dinlemekten bizi mahrum bırakıyor işte.
Ben de bu yazıyı yazmadan evvel twitter’da bir cevap yazmak üzereydim ve dedim ki ‘’işte bahsettiğin şey bu, neden bunu bir twit ile ademe mahkum edesin, böyle ayrı bir yazı olarak dök içindekileri ve kalıcı olsun’’.
Aslında bu konu o kadar geniş ve üzerinde konuşulacak o kadar farklı köşeleri var ki, uzaktan bakınca bir daireye benziyor. Belki, bir başka zaman, konuya bir şeyler eklerim.
Said Halid Yeleğen, 2021
Koridor boyunca uzanan sağlı sollu kapılara tek tek bakarak ilerledi iri adam. Son hücreye geldiğinde, belinden bir tomar anahtar çıkardı ve kapıyı açarken seslendi,
‘’Vakit geldi yüce hokkabaz, hadi son bir numara yap, eğlendir bizi! Ha! Ha! Ha!’’. Kapıyı sertçe içeri doğru açtı.
Altı metrekarelik hücrede, sadece bir sedir vardı. Üstünde de ayı postuna benzer bir örtünün içinde yatmış olan adama doğru yaklaştı ve eliyle sedirden aşağı çekti. Ama postun altında hiç kimse yoktu. Panikle arkasını döndü, karanlığın içinden bir el kafasına doğru uzandı. İri adam gelen darbeyi savuşturmaya çalıştı ancak dengesini kaybetti ve sedirin yanına yuvarlandı. Bayılmıştı.
Hokkabaz dedikleri adam, gardiyanın üstünden elbiselerini acele etmeden ama gayet seri şekilde çıkardı. Üstündeki paçavraları çıkartıp yeni elbiseleri giydi. Kısa bir kılıcı vardı gardiyanın, alıp kemerini beline doladı. Kılıcı çekti ve kafasını bedeninden ayırdı.
Hücreden yavaşça çıktı, karanlık koridora yöneldi. Karşıda aralık bir kapı vardı. Koridora oradan sarı bir ışık sızıyordu. Sessiz adımlarla ilerledi, kapının arkasına geçip dinlemeye başladı. Sarhoş bir gardiyan kendi kendine o yörenin çok ünlü, bol müstehcen şarkılarından birini mırıldanıyordu. Hokkabaz içeri baktı. Sarhoş gardiyan büyük bir masaya oturmuş, arkası dönüktü. Saçı başı birbirine girmiş yaşlı hokkabaz tereddüt etmeden arkasına seğirtti ve kılıcı ustalıkla sarhoşun boğazından geçirdi. Gardiyan yere acayip sesler çıkartarak serildi ama sanki hala dudaklarında şarkının müstehcen kelimelerinden biri takılmıştı; ya da küfrediyordu…
Kılıcını cesedin üstünde temizledi, ana giriş kapısının yanındaki meşaleyi alıp binadan çıktı.
Yolun karşısında iki adam girişe bakıyordu ve aradaki mesafeden dolayı, hokkabazı tanıyamadılar, ‘’Adamı getirinde gidelim, soğuktan kıçım dondu!’’
Hokkabaz meşaleyi yere attı ve karanlıkta hızla onlara doğru koşturdu, sol elini kaldırdı ve sol taraftakine doğru uzattı, elini yumruk şekline getirdi, adam korkuyla inledi, yumruğunu açarken elinin tersini havayı yararcasına savurdu. Adam birkaç metre havalandı ve savruldu. Diğer adam hemen kılıcına sarıldı ve karanlıkta belli belirsiz hokkabaza doğru atıldı, hokkabaz sağ elinde ki kılıcıyla önce adamın kılıç tutan elini, sonra da kafasını uçurdu.
Karanlığa savrulan gardiyan toparlandı ancak korkmuştu. Adanın yönetimi ve gardiyanların yatakhanesinin olduğu eski zindan kulesine doğru kaçmaya başladı. Hokkabaz arkasından koşturdu ancak gardiyan daha hızlıydı, hokkabaz koşmayı bıraktı ve gözleriyle gardiyanı iyice seçene kadar bekledi, sonra tekrar sol elini kaldırdı, dudaklarından onlarca yıl önce unutulmuş sözler döküldü, yumruğunu sıktı, işaret parmağıyla karanlığa dokundu, gardiyan çığlık çığlığa alevlere büründü ve birkaç adım atar atmaz düştü. Hokkabaz tekrar yumruğunu sıktı, gardiyanın üstündeki alevler yok oldu.
*
Bir süre önce
Yaşlı usta, Gözcü Nokku bütün güçlerinden arındırılıp bu adaya atılalı en az yüz sene olmuştu, kendisinden sonra hizmetinde olduğu yol ve bu yolun hizmetkarları yavaş yavaş yeryüzünden silinmişti. İlk başlarda, en az beş sene, gücünü tekrar kazanmasının bir yolu olup olmadığını düşündü, bunun bir yolu olmadığına kanaat getirdikten sonra, tekrar güçleri kazanmak üzere kafa yordu ve aklına gelen her yöntemi denedi, tanrıya yalvardı, küfretti, ağladı, unuttu… Kendisini cezalandıranlara küfretti, intikam almaya yemin etti sonra vazgeçti ve onlara da yalvardı ama nafile, aradan onlarca sene geçtikten sonra intikamını alacağı kişilerin adını da unuttu, kendininkini de… Aklını da birçok kez yitirdi ve tekrar hatırladı , ama artık geçen bunca seneden sonra emin olduğu tek şey vardı, intikamını alacağı hasımlarından yaşayan kimse kalmamıştı, ölmeyi istemekten bile sıkılmıştı, ama asla intihar etmeye yeltenmedi, hep şu umudu taşıdı, ‘’ölecek olsa idim şimdiye kadar ölürdüm, sonum burada olacaksa şimdiye kadar olurdu, demek ki bir gün buradan çıkacağım’’.
Hücresinin tek bir hava deliği yoktu, senelerdir gün ışığını görmemişti, zindan kulesi yandığında onu buraya getirdikleri zaman geceydi ve dolunay vardı. Güneşin rengi konusunda birçok defa kendi kendine kavga etmişti ama içinden bir ses yakında buna emin olması için bir fırsatı olacağını söylüyordu. Bunun gibi birçok kez umutlara kapılmıştı ama sanki bu his diğerlerinden çok farklıydı.
Hücrenin ortasında gözlerini yakan bir tutam ışık belirdi. Nokku dizlerini kucağına aldı, sağ elini gözlerine siper etti, korkuyla ışığa baktı. Işık boşlukta aktı ve bir siluete dönüştü, tanıyordu bu kişiyi hem de çok iyi tanıyordu. Ama kimdi bu?! Siluetin dudakları kıpırdadı, çok tanıdık bir ses konuştu,
‘’ Nokku! Buradan çıkmak istiyor musun?’’
Nokku tereddüt bile etmeden ‘’evet!’’ diyecekti ama içini bir panik kapladı, buradan çıksa ne yapacaktı? Bütün geçirdiği zamanlar boyunca buradan çıkmayı düşündü ama… Kafası karıştı…
Ses, ‘’Nokku, eğer çıkmak istiyorsan bana bunu söyle, ama bir şartım var, ve onu da peşinen kabul edersen sana güçlerinin bir kısmını tekrar verebilirim.
Nokku, ‘’Sen tanrı mısın?’’
Işık titreşti, ses biraz sonra belirdi, ‘’ Hepimiz tanrıyız’’
Yaşlı hokkabaz duraksadı, ‘’Yoksa Ulu Kızıl Kanat Faznimatrus mu? Kimsiniz?’’
Ses, ‘’Tanrı benimle konuşacak kadar küçülmez, kızıl kanat kadar yüce olacak erdemli bir hayat da yaşamadım… Şimdi söyle bana, şartımı peşinen kabul edip güçlerinin bir kısmını istiyor musun?’’
Nokku silueti inceledi, bu adamı nerden tanıyordu? Sesi, konuşmasındaki vurguyu, telaffuzundaki kusursuzluğu… ‘’Şartın ne?’’ dedi.
Işık titreşti ve kaybolmaya yüz tuttu, ‘’işte sana güçlerinin bir kısmı Gözcü Nokku’’.
Yaşlı adam bilgeliğin kendine geldiğini hissetti, kendine ait olan, unuttuğu, unutturulan, arındırılan bilginin… ‘’ve şart şu, buraya neden geldiğini hatırla ve bil ki sen buraya hak ettiğin için kapatıldın, bunu anlaman ve hayatına bunu kabullenmiş ve cezasını doldurmuş biri olarak devam etmen…’’ Nokku itiraz etmedi ama buraya ne için kapatıldığını tam olarak gerçekten hatırlamıyordu.
Işık iyice azaldı, tam yok olacakken ‘’biraz sonra buraya seni idam etmek üzere götürmek için bir gardiyan gelecek, şartımı iyice anladıysan ve kabul ettiysen gücünü kullanarak buradan kaç, eğer şartımı anlamadı isen veya kabul etmedi isen idama razı ol. Senin hak ettiğin bu. Eğer şartımı yerine getirmeden kaçmaya kalkarsan bil ki hayatının zindan dönemi sana cennet gibi gelecek.’’
Nokku donuk bakışlarla ışığın kayboluşunu izledi. Zihnine o kadar çok imge ve plan doldu ki hiç birini anlayamadı. Ama koridordan gelen sesi fark etti, birisi yaklaşıyordu.
*
Kule efendisi elindeki mektuba baktı, bunu masasının üstüne kim koymuştu bilmiyordu ama üstünde bu günün tarihi ve kendi adı yazılıydı.
‘’Büyücü Nokku’yu teslim alan Kule Efendisi Matradus tarafından’’ yazıyordu zarfın üstünde. Büyücüyle temas kurmak kesinlikle yasaktı, birçok kural değişmişti ancak bu kural hiç değişmedi. Yemek ve su vermek yasaktı. Arada sırada, ‘senede bir’ , gardiyanları gönderir yaşayıp yaşamadığını kontrol ederdi. Tehlikeli bir adam olduğunu düşünürdü hep ama genelde varlığını tamamen unuturdu.
Kel kafasını kaşıdı ve dışarıdaki gardiyana seslendi.
Uzun boylu, yapılı, sarışın bir adam içeri girdi, ‘’Buyurun efendim?’’
Kule efendisi elindeki zarfı gardiyana doğru çevirdi ve ‘’Bunu masamın üstüne kim koydu? Benden habersiz odama birisi mi girdi?’’
Gardiyan temkinli ‘’Hayır efendim kimse girmedi, o mektuptan da haberim yok.’’
Kule efendisi ‘’Tamam… bana şarap getir’’
Gardiyan kafasıyla emri onayladı ve kapıyı çekip çıktı. Kule efendisi mektubu dikkatlice açtı. İçindeki dörde katlanmış kağıdı çıkardı ve muma yaklaştırıp okumaya başladı, lakin yazılar silikleşmişti.
‘’Kule Efendisi Matradus’tan Kule Efendisi Oyukgöz’e. Zindanınızda bulunan, tarafımdan teslim alınmış Gözcü Nokku isimli şahsın mektubu açtığınız günde idam emri verilmiştir. Tamamen güçlerini yitirmiş olup kuvvetsizdir ve tehlike arz etmez. İnfazı biran önce gerçekleştirin. Odanızda Gözcü Nokku’ya ait olan sandıkta kişisel eşyaları bulunmaktadır. Onları da denize atın.’’
Yazının altında dört tane isim, mühürleri ve imzaları vardı. Birisi Matradus’tu, birisi Nokku’yu yargılayan hakim, birisi devrin vezirlerinden, birisi Ulu Kızılkanat ki bu ismin altında yanık bir parmak izi vardı.
Mektubu masanın üstüne bırakıp, odasına baktı. Etrafta sandık falan yoktu. Muhtemelen yangında yanıp gitmiştir diyerek mektubu çekmecesine koydu.
Gardiyan içeri girdi, şarabı masanın üstüne bıraktı.
Kule Efendisi Oyukgöz: ‘’Hokkabazı bahçeye getirin, idam edilecek’’.
Gardiyan şaşırdı, gecenin bu vakti bu da nerden çıktı diye düşünürken, ‘’Efendim Hokkabaz.. Ama onun yanına girmek yasak?!’’
Oyukgöz, ’’Eskiden güçlü bir büyücüymüş, ama şu anda, bir cüce soytarı bile bizim için daha tehlikeli olurdu. Beni duydun, getirin onu’’
Gardiyan daha fazla sorgulamadan ‘’Emredersiniz Efendim ‘’ diyerek çıktı.
*
Nokku patika boyunca yavaş yavaş kuleye doğru yürüdü. Kule yaklaşık yirmi metreydi, görünüşe göre restore edilmişti ve sağlam gözüküyordu. Girişinde birkaç kişi vardı. Bazı katlarda da ışıklar titreşiyordu.
Gölgelerin içinden süzüldü, görünmeden yaklaşabileceği kadar yaklaştı. Dört kişilerdi.
Sol elini kaldırıp, mırıldanmaya başladı.
İçlerinden biri sertçe kılıcını çekti ve yanındakine sapladı, diğeri şaşırdı ve durdurmak için üstüne atladı, dördüncü gardiyanda boğuşmaya katıldı.
Nokku yumruğunu açtı ve diğerini hedef alıp tekrar yumruğunu sıktı. İşaret parmağını uzatırken dudağından sözler döküldü.
Ortadaki adam alev aldı, bağrışmaya başladılar.
Nokku tereddüt etmeden ortalarına daldı ve şaşkın gardiyanların tek tek canını aldı.
Kuleden koşuşturma sesleri geliyordu ve birisi ‘’Aşağıda neler oluyor diye bağırdı’’.
Nokku Kuleye girdi ve sarmal merdivenleri çıkmaya başladı, karşısına gelenleri hiç zorlanmadan kılıcıyla biçti. Katları tek tek aştı ve yatakhane katına ulaştı. Etrafta birkaç şaşkın çıplak gardiyan vardı.
Yumruğunu sıktı, ileri uzattı ve avucunun içini yere doğru açıp, yukarı aşağı hareket ettirdi.
Ayaklarının önünde çok koyu renkte, adeta siyah bir ateş belirdi. Avucunu koridora çevirdi ve bütün yatakhaneye siyah alevler yayılmaya başladı. Nokku arkasına bakmadan yukarı çıkmaya devam etti. Yatakhaneden çığlık sesleri yükseliyordu.
Merdivenlerde birkaç gardiyanı daha ölüme yolladı ama son karşılaştığı sarışın iri adam çetin ceviz çıkmıştı. Kendinden daha iyi kılıç kullanıyordu ama fırsatını bulup, koridorun sonuna doğru savurdu, duvar parçalandı ve sarışın adam aşağı düştü. Bu manzarayı gören kel bir adam, ki hiç askere benzemiyordu, bir odaya girdi ve kendini içeriye kilitledi.
Aşağıdaki sesler arttı, çığlıklar, merdivenin çatırtısı… Aldırmadı ve kilitli kapıya yanaştı. Sol işaret ve orta parmağını kilidin üstünde gezdirdi. Kilitten sarı bir duman yayıldı. Kolu çevirdi ve kapıyı açtı.
Odanın köşesinde duran Oyukgöz, elinde kılıcı titriyordu.
Nokku, ‘’Korkmanıza gerek yok kule efendisi, ben eşyalarımın nerde olduğunu sormak için geldim.’’
Oyukgöz, ‘’be.. be.. ben.. bilmiyorum.. siz Hokkabaz Nokku musunuz?’’
Nokku kaşlarını çattı ve kılıcını adama doğru uzatıp yanaştı, ‘’Hokkabaz mı? Sizde mi bana öyle sesleniyorsunuz?! Gardiyanların hepsini bu yüzden kılıçtan geçirdim!’’ birkaç adım daha attı ve iyice yanaştı ‘’Şimdi söyle eşyalarım nerde? Kafanı yarıp da içinden bu bilgiyi alırım ama uğraştırma beni!’’
Oyukgöz kılıcını elinden düşürdü ve iki elini hava kaldırdı, ‘’Yemin ederim bilmiyorum, mektupta odamda olduğu yazıyor ve yangında yanmış olmalı, ben bilmiyorum görmedim hiç’’
Nokku sol elini yerdeki kılıca doğru uzattı ve odanın uzak köşesine doğru savurdu. ‘’Dediğinden bir şey anlamadım, ne mektubu?’’
Oyukgöz çekmeceyi işaret etti, ”çekmecede, buyurun siz bakın.’’
Nokku çekmeceyi açtı, mektubu bir bakışta okudu, ‘’anladım. Senin adın Oyukgöz öyle mi?’’
Kulenin Efendisi: ‘’Yok hayır o benim soy ismim. Adım…’’
Nokku araya girdi: ‘’ adın lazım değil Oyukgöz efendi, ama eşyalarımı görmen lazım, bu gözlerle göremiyorsan onlar olmadan görmen gerekecek’’ dedi ve kılıcıyla üstüne atıldı.
Birçok yara açtı, Oyukgöz kan revan içinde yerde kaldı. Nokku sol elinin başparmağını Oyukgöz’ün alnının ortasına dayadı ve mırıldandı. Oyukgöz kaskatı kesildi. Nokku’yu korkarak izliyordu ama hareket edemiyordu.
Tam o anda kapıdan bir ses geldi ‘’Efendim kaçın kule yanıyor’’ dedi ve birisi belirdi. Nokku arkasını döndü ve kapıya baktı. Sol elini kaldırdı ve kapıyı adamın üstüne doğru sertçe kapattı, adamın burun kemiklerinden iç kaldırıcı çatırtı sesleri duyuldu.
Nokku tekrar Kule Efendisine döndü ve kılıcın ucuyla adamın gözlerini çıkardı, ayağa kaldırdı, ‘’şimdi bak bakalım etrafa, benim eşyalarım nerde?!’’
Adam titreyerek elini kaldırdı ve odada boş bir köşeyi işaret etti.
Nokku, ‘’ Git ve onları bana getir’’
Adam yalpalayarak, sonra sürünerek köşeye gitti ve ellerini kavramak için boşluğa uzattı ve o anda ellerinin arasında bir sandık peydah oldu.
Nokku adamın yanına geldi, sandığı kendine doğru çekti.
Oyukgöz yere yatmış, titriyor, mırıl mırıl ağlamaklı sözler söylüyordu.
Nokku, onun da şarkısına son verdi.
*
Yüce Büyücü Gözcü Nokku, güneşin doğuşunu izlemeden önce bütün işini bitirdi; küçük adada ondan başka yaşayan kimse kalmamıştı. Gardiyanlar, hizmetkarlar, bin bir çeşit azılı suçtan buraya gönderilmiş umutsuz suçlular… Önce kulenin tamamen yanıp kül olmasını seyretti. Bu sırada düşündü buraya neden gönderildiğini, işlediği iddia edilen suçu, kendisine atılan iftirayı, arkasından iş çeviren yakın dostlarını, rüşvet yiyen hakimi, çok güvendiği ama tam ihtiyacı olduğu anda ortadan kaybolan Kızıl Kanadı… Ve mektup, demek Kızıl Kanat ta bu işin içindeydi… Hepsinden intikam almaya yemin etti. Eğer öldülerse onları mezarlarından çıkartıp kemiklerini yakacaktı. Varsa çocuklarını boğacaktı. Hiç durmadan kendini intikamını almak için biledi.
Hücresinde gördüğü silueti mucizevi bir şekilde tamamen unutmuştu.
Bir haftadır limanda bir geminin gelmesini bekliyordu. Issız adada tek başınaydı ve adanın etrafında gözle görünür hiçbir kara parçası yoktu. Sal yapmak için uygun ağaç da yoktu. Neden bilmiyor ama tüm gücüne tamamen hakim değildi. Yoksa buradan göz kırpma süresinde istediği yere gidebilirdi. Hayıflanarak beklemeye ve ufuk çizgisini takip etmeye devam etti. İllaki bir gemi gelecekti.
Adada hayvan olmadığı gibi tatlı su kaynağı da yoktu. Demek ki buraya sık sık bir geminin gelmesi gerekiyordu. Aynı zamanda yeni suçlularda geliyor olmalıydı. Beklemeye devam etti. Bu arada intikam planlarını kuruyor, kişilerin isimlerini tek tek kendine hatırlatıyordu. Listesi gerçekten uzundu.
*
İkinci haftanın sonunda ufukta büyük bir yelkenli belirdi, adaya doğru geliyordu. Birkaç saat sabırla bekledi, yelkenli yavaş yavaş iyice yaklaştı ve Nokku, Kule Efendisi Oyukgözün kılığına girdi.
Yalanı da hazırdı; adanın lanetlendiğini söyleyecek ve kendisinden başka kimsenin yaşamadığını, binaların yandığını….
Hırsla ayağa kalktı, gemi rotasını değiştirmiş, başka yöne doğru uzaklaşıyordu!
Olduğu yerde zıplayıp bağırmaya başladı. Ama gemi rotasını düzeltmedi ve uzaklaşıp gözden kayboldu!
Sabırla oturdu ve beklemeye devam etti.
Said Halid Yeleğen, 2013
Vakit mi desem, yoksa durağanlık mı?
Zamanın akıp geçmesine seyirci kalmak,
Sadece beklemek, durmak…
Sızıları ta içinde duy,
Sızıları affet,
Bir ağacın güneşidir onlar,
Demirci dükkânındaki har,
Güneş vakit alır,
Demir yavaş yavaş dövülür,
Ne acele edilir,
Ne de beklenir.
Sızıları ta içinde duy,
Affet,
Sakın acele etme hayata,
Yada bekleme dışarda.
Toprağa dokun bir kez,
Kokusunu duy,
Onun sızısı kendini unutturur,
Ama sen kendini unutmuş gibi yap sadece,
Sakın unutma,
Ne vakti geçir, ne de dur.
Çek nefesini doya doya,
Al güneşten gıdanı,
Döv demirini sabırla,
O, ne yapacağını bilir…
Yeter ki sen bunu bil!
Said Halid Yeleğen 2000
Kavrulmuş bir tutam pamuk,
Yanık tarafı simsiyah, diğer taraf kar gibi beyaz,
Simsiyah gözler, kar gibi umudun içinde,
Yanmış, kavrulmuş, simsiyah,
Korku çırası ile tutuşmuş,
Ene odunuyla harlanmış,
Ve kıskançlık yağıyla kömürleşmiş.
Simsiyah gözler,
Kar gibi umudun içinde,
Gecesinde,
Görülmeyen, göremeyen kör gibi siyah gözler,
Yanmış pamuğun ucunda…
Sen ki girmem dediğin savaşa girmişsin bir tutam pamuk için,
Benim için de gir,
Bil ki ben yanmam,
Ben tanrıça değilim,
Işığım seni kör etmez,
Korkmana da gerek yok,
Ben o kar gibi umut dolu beyazım,
Ben umudun kendisiyim,
Beyaz benim,
Dökül üstüme damla damla,
Kana üstüme zarif parmaklarının arasından,
Merak etme,
Ben kar da değilim,
Erimem,
Al al olmam,
O siyah ve karanlık dar sokaklar yalnızlığının sonuydu emin ol,
O kavrulmuş siyah gözler kime ait olsa kör olacaktı inan bana,
Gel,
Kana üzerime damla damla,
Sızsın zarif parmaklarının arasından,
Göğsüme, umut olan, kar gibi beyaz göğsüme…
Said Halid Yeleğen, 2018
SİRKECİ – ÜSKÜDAR
Saat yedi…
Sirkeciden Üsküdara vapur sesi
Sert eser rüzgar,
Sert çarpar dalgalar,
Sen hiç üşümezsin ama…
Sadece tatlı bir ürpertidir üstündeki,
Sabah güneşi ısıtır tenini,
Sahilden göğe varan huzur silsilesi,
Sevgiyle başlarsa bakışlar,
Semayı görür duygular,
Sevmeyi sevmek gerek başta;
Sevilmek için sevmeyi bilmek,
Seslerindeki ahengi seyretmek sevgiyle,
Soluklarındaki sabrı bilmek martıların…
Sahilde oynayan yanık tenli veletler;
Senin adın ne delikanlıya?
”Sakin” diye cevap veren sevgi veletleri…
Sarsması da olmasa;
Sarsacak tabii… Biraz üzecek,
Sen cennet mi sandın burayı!
Sivri olmasa da; vardır her gülün dikeni,
Sevgiyi görmemektir; görmek dikeni…
Sudan çöllere düşmek te vardı,
Sahrada suya özlem duymak gibi…
Sevgi içindesin, hadi aç gözlerini!
Üsküdaaar!!
Said Halid Yeleğen, 2001
Kulaklara fısıldayan ince bir dağ esintisi miydi anılar,
Yoksa özlem mi, pişmanlıklar,
Dertleri mi soğutuyordu yoksa bu esinti,
Ya da derdin kendisi miydi gök yüzünde gezen bulutlar?
Said Halid Yeleğen, 2018
Gönlümün üstüne küller döküldü sanırdım,
Bilmezdim yanan ocaktaki köz gibi gözlerden uzak,
Fikrimden uzak,
Hayalimden uzak…
Ah gönül hep yanarmış,
Yanarmış belki de bir el gerek,
Bir bakış, bir nağme gerek,
Sıyırmak üstündeki kötü hatıradan külleri,
Ve dinlemek gerek, gönlün nağmelerini…
Ve ben âşık oldum bu nağmeyle,
Seni o kadar çok seviyorum ki,
Ne seni, beni beni, ne de biz olursak bizi,
Ateşlere atmayacak kadar haddini bilerek,
O haddi bilenlerden olmak ateşi ile seviyorum,
Yoksa senin ateşin ancak teninin sıcaklığından ibaret,
Ve benim ateşim ancak aynadaki siluetim kadar sıcak,
Sen, ben ve biz, ömrü bir mevsimlik papatyanın gülümsemesi kadar,
Bunun bilmek bizi ateşten koruyacak,
Bu ancak gerçek aşka ulaşmaya vesile olacak,
Yoksa sen’in, ben’im, biz’im aşkımız,
Aşkın yaratıcına ancak, belki, bir hiç kadar yakın…
Said Halid Yeleğen, 2018
Gönül, gönül, sen ne çekmişsin,
Ah be gönül sana çektirenler çekilsin,
Kim gönlüne kötü maya oldum bilemedim,
Hep kötü mayayı mı hak ettin…
Hakmış demek ki sana gönül,
Hak’tan başkasını hep çektin,
Çekme Hak’tan başkasını durul artık,
Her maya sana tutmaz, bilsen keşke ey gönül…
Said Halid Yeleğen, 2018
Garip bir tını,
O ses,
Yankısı yok,
Belki de bir ses değil,
Belki de bir ördek gaklaması,
Belki bir gömleğin yenindeki pürüz,
O ses,
Bekleyişin sesi,
Yağmur damlasının yere düşmeden bir an evvelki sükûnetinin sesi,
Böceğin toprağa bastığındaki ses belki de,
Belki de gözlerimi kapattığımda gördüğüm hayalin sesi…
O ses,
Çocukların küsmüşlüğündeki ses belki,
Kapıyı sert çarpan öfkenin,
Umutsuzluğun içlerdeki çığlıklarının,
Belki de ölümün sesi.
O ses,
Belki de anne sesi,
Kuzunun melemesi gibi,
Sigara paketinden çıkan son dalın sesi,
Gökdelenlerden manzaraya bakan ve masanın üstüne bakınca görülen bir fotoğrafın sesi,
Bir parmak şıklaması için öpüşen parmakların şıklamadan hemen önceki sesi,
Yanıkısı yok.
Duymanın anlamı ya hiç yok,
Ya da duymak isteyenlerden başkasının duyacağı yok.
Said Halid Yeleğen, 2018
Cam, demir, kuru dal ve batan güneş.
Aynadaki sır, gerçek maskesi,
Korku,
Bilinmezliğin ve korkunun korkusu.
Aynanın sırrını sıyır,
Bakınca seni görmek istiyorum,
Kendimi değil, kendi hayalimdeki sevgimi değil.
Seni sevmek istiyorum,
Sevgimi koyacak en güzel köşem olmanı istiyorum.
Korkunu sıyır, korkunun korkusunu sıyır, sırrını sıyır.
Seni görmek istiyorum.
Göremezsem arzularım göremediğim seni sevecek.
Korkacağına kendini göster,
Yoksa ben korkuyorum,
Camın ötesine geçemeden,
Demirleri bükmeden,
Güzün gizeminden geçmeden,
Kalbimde güneşin batmasından korkuyorum.
Said Halid Yeleğen, 2018
Bir dost vardır ötede, on yıl geçer, bir cümlende seni anlar,
Ve sadece bir cümle etmek için seversin onu,
Fazlasına tahammülün olmaz,
Azını tahayyül bile etmek istemezsin,
Bir cümlelik dosttur o,
Bir cümlende bin derdini anlar o,
Bir de yar vardır,
Yakındır bir el değecek kadar,
Belki komşu kızıdır belki de mektebinde bir çömez,
Ona baktıkça keder ve heyecan sevişir,
Korkan, bilse kapanır korkusuyla kapıyı vuramayacak olan,
Vursa açılsa ne yapacağını bilemeyeceğinden korkan,
Minik oğullar doğurur her bakış…
Birde yaren vardır.
Hem yar, hem dost, hem de hep seninle bir olan,
Elinden tutan,
Bakınca heyecan, kafasını odanın öte yanına bir kitaba uzanmak için bile çevirse korkutan,
Ve ona her baktığında hislerinin bir ömür boyu sevişeceği,
Bir ömür, bin dertte bile elini bırakmayacağını bildiğin,
Yaren vardır,
Her bakışında muhtevası aşk ve şefkatten yapılmış minik oğullar doğuran.
Said Halid Yeleğen, 2018
Mefhuma yalan olduğunu bilerek inanan soysuzlar vardır, bir de mefhumun doğru olduğuna inanmak isteyen ahmaklar ki mefhum, yalan olduğunu müellifi dahi bilerek ve isteyerek beyan etmişken, en kötüsü, müellifin azametinde kendinden şahsiyet bulup yalanına tapanlar vardır, işte bunlar soysuzlardan ve ahmaklardan daha acınasıdır, çünkü aslında yoklardır.
*
Bilmekle bildiğini zannetmek arasında öyle bir fark var ki… Bunun sonunu ben anca ölüm anımda anlarım gibime geliyor, sanki birçok şeyi ‘biliyorum’ zannediyorum ama heyhat! Her defasında bildiğimi zannettiğim yerden tuş oluyorum. Sonra öğrendim galiba diyorum, sonra hop! Aynı yerden bir tuş daha! Zamanın ilaç olması gibi bir de dezavantajı var, ilaç olduğu kadar zehir de, unutturuyor gamları ve aynı zamanda hataları…
*
Bir yalanı bin kere tekrar edersen yalanın doğruya dönüşmesi durumu, yalan o kadar yerleşir ki, doğrunun kendisinden daha doğru olur, doğrunun ortaya çıkması halinde ise yalana inananlar ittifakla, “doğrusu bu olamaz, bu kadar insan aynı anda kandırılmış olamaz” diyecekler.
*
Cehalet en berbat şey, bu yüzden ilk emir oku, hayatı oku, at gözlüğü takma, bilinçsizce koyun gibi otlanma, kurt bile koyun sürüsünü güdebiliyor, sürüyü topluca ağıldan uzaklaştırıp, öldürüyor. Koyun olmak işte bu ne yazık ki.
*
Köhne ve kokuşmuş bir köşe. Aklımın, canımın ve kalbimin misafir olduğu fakat kalbimin mecalsiz iki büklüm, kafası ellerinin arasında. Önlerinde küçük bir sehpa, kıymıklar bitmiş etrafında, kalbimin parmak uçlarında siyah kan oturmuş ve sehpadaki kıymıklarla dolu parmak uçları. Can kah iç çekiyor, kah naralıyor, bazen hancıya sövüyor, bazen yalvarıyor. Arada durup, önündeki şarabı yudumluyor ve çok kısa süreliğine yüzünde bir mutluluk yayılıyor. Sonra aklım, o donuk bakışlı, vakur ve sanki neden burada olduğunu bilmez bir ifade ile aklım, acıyan gözlerle bakıyor gönlüme, sanki kendisi çok matahmış gibi. Elbisesi ütülü, pabuçları parlak, ama görmüyor muyum parmak uçlarını? Sen kimi kandırıyorsun? Kaç kere tırmaladın sen de bu sehpayı? Yada bundan önce başında oturduğun sehpaları? Sen dur öyle vakurla, kibirle, tertemiz. Kızdığın gönülden çok daha kötüsün sen, saklamaya çalıştığın parmak uçlarından belli, biraz erkek ol, can kadar bile olamadın, ona meczup diyorsun biliyorum, onun akıbetini Allah bilir diyorsun biliyorum, peki ya sen? Sen kimi kandırıyorsun?
*
Hiç ağlamak istediğin oldu mu, kendin için değil, kendine acımayacak kadar bilgesin, hiç ağlamak istediğin oldu mu, ataların için değil, onlara acımayacak kadar gecikmişsin, hiç ağlamak istediğin oldu mu, senden doğanlar için değil, onlara acımayacak kadar içindesin, hiç ağlamak istediğin oldu mu, bilmediğin, duymadığın veya acısı ancak boş bir kutudan gelen ses kadar uzak olanların acılarına değil, çünkü bunlara acımayacak kadar kalın bir gölgenin altındasın, peki hiç ağlamak istediğin oldu mu, sadece ve sadece gözyaşına değecek bir umuda inanmak için?
Fiziken bir şeye dokunmak mümkün değil. Atomlar birbirlerine o kadar yaklaşıyorlar ki içlerindeki enerji birbirlerini iterek baskılıyor, aslında evrende hiçbir şey birbirine temas etmiyor. Dokunma yanılgısına o kadar alışmışız ki, tüm evren, dokunduğumuzu zannediyoruz, yediğim ekmeğe bile, annemi şefkatle severken onun yanaklarına bile…
Hiçbir şeye dokunamıyorken, gözüme çarpan ışıkların beynimdeki yansımalarını bile gerçek sanan, o beyin hücreleri bile aslında birbirine değmiyorken, birde tutup ruha dokunmaya çalışıyorum, benim dokunabileceğim tek şey var, o da Allah izin vereceği bir his, O’nun verdiği hissimin yine O’nun vereceği bir hisse dokunması. İkisi de bana ait değil, ben zannettiğim yanılgı dahi bana ait değil, belki, ağlamaya değer umudum budur benim, bana ait olmayan gözyaşlarımla
Sivrisinek gibiyim, ateşe çok yaklaşsam yanarım, uzaklaşsam karanlıklarda kaybolurum; korkunç! O karanlık çok korkunç, yanıp kül olma riskini alıp karanlıkta yutulmaktan kaçıyorum, ben, sonsuza kadar, o karanlığın ve ateşin ortasında durmak, ateşi seyretmek, karanlıkta yutulmaktansa ateşin sınırını aşmadan ateşe bakmak istiyorum, sonsuza kadar.
Yanmadan, ateşin sınırını aşmadan ve ateşi tekrar bulamama hatasına düşecek kadar ateşten uzaklaşmadan vızırdamak için, bana ait olmayan gözyaşlarımı dökmek istiyorum.
Said Halid Yeleğen, 2018
Yokmu sularında dinleneceğim bir liman,
Fırtınalarda harap olmuş,
Batmaya yazmış kadırgamı onaracak bir saliha,
Var mı ki öylesi acaba,
Yok mu ve deryanın sahibi diyor mu acaba,
“Sen ara dur sâkin bir liman,
Aradıkça batacaksın, battıkça anlayacaksın,
Tek bir salim limanın varlığını,
Ne annenin kucağı,
Ne salihaların, ne de deryaya kurulu tahtadan limanların”
Hepsi tek bir salim limanı bulma arayışı,
Bulana kadar batma çıkma yarışı,
Batanın sefada, çıkanın vicdanında boğulduğu…
Said Halid Yeleğen, 2018
Ben hep ışıdım.
Işıdım ve bakın dedim ne kadar güzel parlıyorum.
Nasıl da ısıtırım sizi, bakın ne güzel parlıyorum!
Hep gittim de gittim bakın bakın diye.
Ya yaktım.
Ya da güneşsiz yaşamak isteyenlere ışıldadım…
Ben bilmem duracağım yeri, bilemem, bilemem,
Ah bilen olsa da gelse,
Benimle ısınsa, ışısa,
Yoksa beyhude parlamaktan,
Zamansız parlamaktan,
Bahtsıza parlamaktan,
Kıymet bilmeze parlamaktan,
Bıktım. Usandım. Yoruldum…
Gel,
Gel,
Ve tam yerinde dur,
Çok yaklaşma ama, yanmanı asla istemem,
Ve çok uzaklaşma da, bilinmezliklerde üşümeni hiç istemem.
Tam yerinde dur, gönlümün O’nu gördüğü tek cephede.
Ona bakmayı her istediğimde önce seni göreyim.
Sonra senin gözlerinde O’nu.
Gel.
Said Halid Yeleğen, 2018
Sana telkâri yüzükler almak isterdim,
Beş tane,
Sağ elinin serçe parmağına heyecanla örülmüş,
Yüzük parmağına sevdadan,
Orta parmağına asaletten örülmüş,
İşaret parmağında naz,
Baş parmağına ise zarafetten.
İsterdim.
İstiyorum ve hep istemek istiyorum.
Bu yüzden isterdim.
Said Halid Yeleğen, 2018
Belki de yoksun
Hiç olmadık yerlerde ve anlarda gelmedin.
Ben ordaysam sende orda olabilirdin ama gelmedin.
Gelmeyebilirsin
Demek ki yoksun.
Beklediğim kişi değilsin.
Hiç beklemediğim yerlerde de gelmedin.
Hiç beklemediğim anlarda da belirmedin.
Demek ki yoksun.
Beklediğim kişi değilsin.
Düşünüyorum tanımadığım seni
Kimsin
Nasıl birisin
Var mısın yok musun
Demek ki yoksun.
Beklediğim kişi değilsin.
Ben aldanıyorum ama.
Aldanmaktan bıkıp usanmadan aldanıyorum
Karşıma çıkanı sen zannediyorum
Ama herkesi değil
Fakat hepsinde beni çeken şeyler buldum
Birinde var birinde yok ama
Ama hiçbiri tastamam değil
Belki de yoksun
Tastamam hayal ediyorum çünkü seni
Demek ki yoksun.
Beklediğim kişi değilsin.
Mesela ilkini bilirim,
En akıllısıydı ve en güzeli,
Sonrasını da bilirim
O da çok zarif idi
Ve sonrası ise en ulaşılmaz olanı,
Sonrası ise en vahşisi ve aynı dili konuştuğum
Sonra işte en büyük aldanmamı yaşadım
Zarif zannettim,
Akıllı zannettim,
Hatta güzel zannettim,
Ve aldığımız lezzet birdir zannettim,
Öyle böyle aldanmadım.
Sonra yine aldandım.
Çünkü beklediğim kişinin korkak olmaması besbelli,
Zarif ve dürüst olması besbelli,
Dürüstlüğü cesaretinden gelmeli
Zarifliği ise kadınlığından,
Elleri nar çiçeği ezer gibi,
Gözleri ise kapkara, bakınca kendimi göreceğim kadar.
Hatta onun gözlerinde kendi gözlerimi seyrederek onun siluetini görecek kadar.
Demek ki yoksun.
Beklediğim kişi değilsin.
Sen karşıma ansızın
Beklemediğim bir anda
Ve beklemediğim yerde
Çıkmalısın
Seni gördüğüm anda sen olduğuna Allah’ın birliği kadar emin olmalıyım.
Sen de bana bakınca ben olduğuma Allah’ın birliği kadar emin olmalısın.
Yoksa ben aldanmaya ve seni tanımaya devam edeceğim.
Belki de yoksun.
Demek ki yoksun.
Said Halid Yeleğen, 2019
Girdap,
Sessiz ve soluksuz girdap, bir tutam ot, bir tutam duman,
Devrilmez korkuluk, gölgem, tepede güneş,
Arkamda meçhul karanlık, tepemde güneş,
Elimde küçük, lastik bir oyuncak,
Kulaklarımda rüzgar, fısıldayan rüzgarlar,
Öfke fısıldayan, ümit fısıldayan, yalnızlık fısıldayan rüzgarlar,
Evimin üstünde ters duran bir kalas, kalasın altında çaresiz üç minik kuş,
Korkuluk evimin önünde, ben gölgesinde, güneş tepede, rüzgar ensemde.
Ota ve dumana sarılı korkuluk,
Gömleğime ve tenime dolanan sarmaşık, kendim,
Göz yaşları gibi yağmur, tepede güneş, elimde soluk oyuncağım,
Kıymıklar, elimde, sırtımda, dilimde,
Korkuluk, gözü kör, teni kuru, dumanlı,
Hayaletler ve mum kurusu, kuru mumun kokusu, karanlığa tuttuğum ışığım.
Dostum korkuluk, gölgem korkuluk, sırdaşım korkuluk,
Kırık pencerenin parçalarında kaybolmuş yoldaşım,
Pencerenin kendisiyim, bin defa geçtim, geçildim,
Arkasında, önünde, ötesinde berisinde, pencere, kırık pencere.
Korkuyorum, korkuluğa dönüyorum,
Korkuyorum, korkulukların istikametinde dönüyorum,
Korkuluk, bırak beni, ben meçhul karanlığa dönüyorum,
Korkuluk, sen beni bırakmazsan ben sana dönüyorum.
Said Halid Yeleğen 2019
1
Yedi sene… Yeniden doğuşumun yedinci senesi. Yedi harikulade, eşsiz ve heyecanlı yıl! Efendimle tanışmamın, onun beni kutsamasının yedinci yılı…
Malikanemde onu beklerken, bu sefer bir değişiklik yaptım. Onu her zaman çatı katımdaki karanlık odamda karşılar, onunla orada sohbet ederdim. Ancak buluşmayı bu sefer, bodrumda ayarlamaya karar verdim.
Akşam yemeğinde ben özellikle balık yerken, o öğününü bana çok önceden bildirir, ve ben de onun için öğünü yakalardım. Yine öyle oldu. Ve bana akşam yemeğinde ne istediğini söylediğinde, tereddüt etmeden uşağıma haber verdim. At arabasını hazırlamasını, ve bolca halat getirmesini emrettim.
Malikaneden çıkıp dört nala yol aldım. Efendimin istediği üzere, ormanlığın dışındaki kasabaya vardım ve arabamı gözlerden uzak bir ağaçlığın altına çektim. Sonra hızla kasabanın fakir mahallelerine doğru yayan olarak ilerledim. Ama yüzümü gizlemiştim. Çünkü namım bütün ………….. yayılmıştı.
Tek katlı, bütün kalasları eskimiş ve gıcırdayan evin önüne gelince kapıyı dinledim. Yaşlı bir kadın ve onun genç kızı… Sessizce arkadan dolandım ve mutfak tarafındaki ince tahtayı yerinden çıkartıp, usulca içeri süzüldüm. Karşıma önce kız çıktı. Bağırmasına fırsat vermeden üstüne atıldım ve ağzını kapatıp, bayılana kadar boğdum.
Annesi bir terslik olduğunu anlamıştı ve kıza ismiyle sesleniyordu. Annesine ihtiyacım yoktu. Bu yüzden elime geçirdiğim küçük bir sopayla salona daldım ve gözleri korkudan dört açılmış yaşlı kadına ölünceye kadar vurdum.
Aceleyle dönüp, baygın kızın ağzını bağladım ve siyah örtülere sarmalayıp, sırtıma aldım. Gecenin karanlığında kimseye görünmemeyi başarmıştım. Nerdeyse koşarak arabama geldim. Kızı halatlarla bağladım ve arabanın içine özenle yerleştirdim. Sonra dört nala malikaneme döndüm. Acele etmem gerekiyordu çünkü, efendim akşam yemeklerinde bekletilmeyi asla sevmezdi…
2
Sekiz sene… Yeniden doğuşumun sekizinci senesi. Sekiz harikulade, eşsiz ve heyecanlı yıl! Efendimle tanışmamın, onun beni kutsamasının sekizinci yılı…
Geçen seneden farklı olarak bu yıl dönümümü evimden uzakta, topraklarımdan ve malikanemden iki hafta mesafede bir gettoda geçiriyorum. Kesinlikle bu salaş ve kötü kokan yere gelme planım yoktu. Ama efendim isteyince, akan sular durdu…
Dışarıdan iyi duran bir hana girdim ve bir haftalık ücreti peşin ödeyip, en iyi odasını tuttum. En iyi odası bile kokuşuyordu. Uşağıma odayı iyice havalandırmasını ve tütsülemesini söyleyip, çıktım. Niyetim gettonun nehir kısmında kısa bir tur atmaktı.
Nehir turunu tamamladığımda, efendimin seslenişini hissettim. Hemen odama döndüm. Uşağımı gönderip, karanlıkta diz çöktüm ve efendimin emirlerine kulak verdim. Benden en iyi kıyafetlerimi giyip, buraların en büyük evi olan Ponzio’ların konağına misafir olarak gitmemi istiyordu. Hazırlandım ve yola çıktım.
Konağa geldiğimde kendimi tanıttım ve namımın buraya kadar yürümüş olmasına hayretler içinde kalarak, içeriye buyur edildim. Bu toprakların kaderini ellerinde tutan adamlar gizli toplantılarını yapıyordu. Bir koltuk da bana gösterildi ve sessizce yerime geçip, beklemeye başladım.
Efendim bana seslendi ve tam karşımda oturan orta yaşlı, sakallı beyefendiyi takip etmemi emretti. Ben de o andan itibaren gözlerimi ondan ayırmadım.
Toplantı bitip, vedalaşmalar başladığında sakallı adamın peşine takıldım. Sokağa çıktığımızda efendim yine konuştu ve bana adamı sokağın başına kadar takip etmemi, karanlık sokağın sonuna geldiğimizde ise adamı öldürmemi ve üstündeki tılsımı almamı söyledi.
Emirleri aynen yerine getirdim ve adamın üstündeki tılsımı cebime attım. Buraları git gide sevmeye başlamıştım ama efendim artık işin bittiğini, geri dönmem gerektiğini söylediğinde üzüldüm ama sadakatimin karşılığında alacağım ödülün heyecanını duyarak, kötü kokan hana döndüm ve yol hazırlıklarını yapmaya başladım.
3
Dokuz sene… Yeniden doğuşumun dokuzuncu senesi. Dokuz harikulade, eşsiz ve heyecanlı yıl! Efendimle tanışmamın, onun beni kutsamasının dokuzuncu yılı…
Geçen sene uğradığım gettoya yeniden gitmeyi çok arzu ediyordum ama efendimin sürprizi kapımı çaldığında arzularımın hepsi, yerine coşkuya bırakmıştı. Benim gibi bir başka hizmetkar, hizmetimi geliştirmek için bana ziyarete gelmişti.
İlk zaman anlattığı şeyleri anlamakta çok güçlük çektim. Ne demek istediğini de, dediklerini yapsam bile ne elde edeceğimi anlayamadan, uzun süre benimle uğraştı, emek verdi. Ama gün gelmiş, uzun metinleri ezberlemekten, hiç bilmediğim bir dili öğrenmeye çalışırken eziyet içinde geçen aylar geçmiş, emeklerimizin meyvesini alma vakti gelmişti.
Sözleri söyleyip, içimdeki yanılsamaya, karanlığa, insan ruhuma dokunmayı başardım. Ve efendimin bana gerçek yüzünü gösterebilmesi için gereken geçişi yapabilmek için, gözlerimi kapattım. Efendim artık hazır olduğumu, insan gözlerimi açıp bakabileceğimi söyledi.
Gözlerimi açtığımda hemen yanı başımda, benimle beraber ama farklı bir boyuttaki hayatlarına devam eden efendim ırkına ait mensupları gördüğümde kanım dondu. Hazır olduğumu düşünüyordum. Bu günü iple çekiyordum ama anlaşılan hazır değildim. Korkunun esiri olmaya başlamış, bu kabilenin beni görünce hiçte hoşnut olmadıklarını anlayınca iyice kendimden geçmeye başlamıştım.
Efendim durumumu anlayınca, yavaşça beni kendi boyutuma itti. Önce küçümseyerek ve kahkahalar atarak, sonra da kızarak ne kadar güçsüz ve sefil olduğumdan bahsetti. Ona hak verdim. Onlar gibi kudretli ve eşsiz olmadığım için büyük üzüntü duydum. Ama efendim yine beni rahatlatan, teskin eden sözler söyleyince rahatladım.
Yeter ki onun emirlerini eksiksiz ve harfiyen yerine getireyim… Yeter ki onu mutlu edeyim… İşte o zaman basit, sıradan ve sefil bir insan olmaktan kurtulacak, efendimin bilgeliğine yelkenler açacaktım.
4
On sene… Yeniden doğuşumun onuncu senesi. On harikulade, eşsiz ve heyecanlı yıl! Efendimle tanışmamın, onun beni kutsamasının onuncu yılı…
Uzun süren eğitimim artık bitmişti ve temel bilgileri öğrendiğim için, artık bizzat efendim beni eğitmeye devam ediyordu. Onuncu yılın geldiğinin farkında bile değildim. Efendimin kudreti damarlarımda gezerken, gözlerim kör, zihnim sarhoş olmuştu. Keyfin ve coşkunun verdiği körlük ve sarhoşluk…
Efendim uzun süre sonra yeniden malikaneme bir misafir getirmemi istedi. Ama bu sefer istediği kişi, öyle salaş bir mahallede, gözden uzakta, kaybolsa veya ölse bile kimsenin umurunda olmayacak birisi değildi… İstediği kişi, Müslüman mahallesinde yaşayan ve büyük bir alimin kızıydı…
Emri ilk aldığımda hem keyfim kaçtı, hem de kafam karıştı. Oralara girmekten hiç hazletmezdim ve öyle bir yere girip, elimi kolumu sallayarak gezemezdim. Beni bütün ahali tanırdı ve hiç sevmezdi.
Tereddütlerimi efendime söylediğimde, son derece öfkelendi ve bana öğrettiği şeyleri kullanmam için bir fırsat olduğunu söyledi. Zaten reddetme şansım yoktu. En ince ayrıntısına kadar planımı yaptım ve yola düştüm. Tanınmamak fakir bir yolcu gibi giyindim ve gece vakti mahalleye girdim.
Evin önüne geldiğimde, içerdeki mum ışığının titreştiğini gördüm. Uyumamışlardı. Evin etrafında bir tur atıp, genç kızın nerede yattığını tespit ettikten sonra ön tarafa gelip, kapıyı çaldım. Yaşlı adam, kızın babası, kendimi garip bir yolcu olarak tanıtına hemen içeri aldı ve yemek verdikten sonra salonda yatak açtı.
Herkes odasına çekilince, sessizce kızın odasının kapısını açtım ve efendimin öğrettiği şekilde onun kudretini çağırdım. Isındığımı hissediyordum. Ama etrafımı saran hava soğuyordu. Sanki havadaki ısıyı kendime çekiyordum.
Yatağın başına eğildim ve uykusunda hayaller gören kıza dikkatle baktım. İçimde gezinen güç, onu esirim edecekti. Ama arkamdaki kapı açıldığında, panikle döndüm ve yaşlı adamın elinde şamdanla bana baktığını görünce, kaskatı kesildim…
Döndüm ve adamın gözlerinin içine baktım. Yaşlı adam ilk başta bana saldıracak gibi sinirle bakıyordu ama bir anda bakışları yumuşadı ve bir tür trans haline geçip, kalakaldı. Sanki içimdeki gücü kendine doğru çekiyordu. Ve bu benim için son derece yorucuydu. Efendimin yasaklanmış kudretini kullanıyordum ama bu güç benim içimden geçiyor ve karşımdaki adama yansıyordu.
Yaşlı adam elindeki şamdanı düşürdü. Yorgunluk, zihnime batan iğneler gibi acı vermeye başlayınca çok fazla vaktim kalmadığını anladım ve eğilip yerdeki kıza beni takip etmesini söyledim. Kız oyuncak bir bebek gibi beni takip etmeye başladı. Bu gücü kullanmak beni tüketiyordu ama yapacak bir şey yoktu.
Efendim bana babanın ve annenin ben gittikten sonra kendilerine geleceğini ve beni hatırlayacaklarını söylediğinde, işin bu kadar basit şekilde sonuçlanmayacağını anladım ve elime geçirdiğim bir iple, kızın hem annesini, hem de babasını boğdum.
Ama adamı boğarken, içimden kıza yansıyan güç tükenmişti ve iyice takatim kesilmişti. Kız kendine geldi ve saldırmaya çalıştı. Bağırmasına fırsat vermeden, kafasına sertçe vurdum ve bayılınca bir çarşafa iyice sarmaladım. Ölüleri evde bırakarak, kızı omzuma attım ve mümkün olduğunca gözlerden uzak kalarak, mahalleden çıktım.
Malikaneme giden geniş patikada bekleyen uşağıma yardım etmesi için seslendim ve kızı arabanın içine dikkatlice yerleştirirken seyredip, dinlendim. Hiç bu kadar yorulmamıştım ama mutluydum. Efendimin kudretini yeni yeni tanıyordum. Ve onun bana verebileceklerini hayal ettikçe, içimdeki heyecan katlanıyordu. Uşağıma hemen malikaneye dönmesini emrettim.
Said Halid Yeleğen, 2011 (Bu seri Merlin Yayın Evlerinden çıkan çizgi romanlar için arka kapak hikayesi olması amacı ile beş kısa parça olarak yazılmıştır)
Zincirlere bağlandığı yere öfkeyle baktı. Karanlık zindanda sızan tek ışığın oynaştığı bilek kalınlığındaki zincir ayaklarına ve ellerine dolanmış, zemine bir karış boyundaki çivilerle çakılmıştı. Ne ayaklarını hareket ettirebiliyor, ne doğrulabiliyor, ne de yaslanabiliyordu. Burnunu bile kaşıyamıyordu.
Kafasını sağa sola oynattı. Zincirin ince halkaları ensesini de sarmalamıştı. Kuruyan dudaklarını yaladı, zinciri iyice avuçladı ve var gücüyle zemindeki çiviyi yerinden çıkarabilmek için asıldı. Kalın bileklerinden ta boynuna kadar uzanan damar, adeta siyah zincirler kadar şişti. Gücü tükeniyordu ama bırakmadı zincirleri. İlk denemesi değildi ama bu sefer başaracaktı.
Zincir öyle bir zamanda çividen kurtuldu ki, arkasına doğru sırt üstü yere yapıştı. Birkaç saniye soluklandıktan sonra, vücudunu saran bütün zincirleri çözdü. Ayağa kalktı.
Topallayarak zindan kapısına yaklaştı. Kapı kendisinden küçüktü. İri elleriyle tahta kapıyı önce yokladı. Sonra dudağının kenarından bir gülümseme kıvrıldı aciz kapıya doğru. Tekmeyi bastığı gibi kapı iki parçaya bölündü.
Koridora çıkınca sola dönerek, karanlığın içine körlemesine koştu. Hiç kimsenin olmadığını biliyordu. En fazla ayaklarına bir iskeletin kuru kemikleri dolanabilirdi. Zaten örümcek ağları suratına yapışmaya başlamıştı.
Kırk adım kadar koştuktan sonra aralık bırakılmış kapıya vardı. Temiz esintiyi yüzünde hissedebiliyordu. Dört basamaklı merdiveni tek adımda tırmandı ve kendisini dışarıya attı.
Homurdanarak güldü. Özgürlüğe kavuşmuştu. Kaç ömür olduğunu bilmiyordu ama uzun süredir o zindandaydı. Kafasını kaldırıp, yıldızlara baktı. Yönünü tayin ettikten sonra, çölün serin gecesinde koşmaya başladı.
***
Sabaha karşı sahile varmıştı. Yaşayan bir şeylere dair bir emare göremese de, yolunu sahilden takip edip, güneye gittiği zaman en yakın şehre ulaşabileceğini biliyordu. Kendi şehrine, kendisini yakaladıkları şehre…
Sahil yolunda akşam güneş batana kadar aynı ritimle yürüdü. Az bir yorgunluk hissetse de, acıkmamıştı. Zaten acıkmazdı. Ama yine de durup, tuzlu deniz suyundan kana kana içti. Sonra sırıtarak kollarını iki yana açtı. Batıya doğru gözlerini kısmadan baktı. Öfke ve heyecan dolu göğsündeki havayı haykırarak ve intikam yeminleri ederek boşalttı.
Gece yarısı… Kayalıkların ve kumul tepelerin arkasına geçtiğinde, ufka doğru uzanan memleketini gördü. İştahla adımlarını hızlandırdı.
Arkadaşlarının hepsinin öldüğünü tahmin ediyordu. Ancak emindi ki kendisini buraya atan düşmanı kesinlikle hayattaydı. Belki de arkadaşlarını öldürmüş ve kendisini zincirlemiş olmasını bir fırsat bilerek, bütün dünyayı hükmü altına almıştı. Muhtemelen öyleydi.
Şehri ufukta gördüğünde batan güneşin kızıllığı gözlerini yaladı. Şehre vardığında ise gece çökmüştü. Asırlar önce ayrıldığı şehrin, artık nerdeyse başkent kadar büyümüş olduğunu görünce hayrete düştü. Şehrin birçok noktasında yıldızlara uzanan kuleler, büyük binalar ve limandaki büyük kalyonlar… Şimdi kim bilir asıl başkent ne kadar muazzam bir hale gelmişti?
Şehre liman tarafından girdi. Ortalıkta dolanan birkaç sarhoştan başka kimse yoktu. Birinin yanına gitti ve adamın tanımaya çalışan bakışlarına yumruğuyla karşılık verdi. Elbiselerini dikkatlice çıkarıp, giydi. Sarhoşun boyu uzundu ama yine de bu elbiseler kendisine ufak geliyordu. Çıplak gezmekten iyiydi sonuçta.
Sağa sola bakındı. Hiçbir han tanıdık gelmiyordu ancak gözüne birini kestirip, yaklaşmaya başladı. Hafif tınıda bir müzik sesi geliyordu. Sonra da birkaç kahkaha…
İyice yaklaşıp, camdan içeriye baktı. Duman altı mekanda çıplak genç kızlar dans ediyor, müziğin ve şarabın tatlı hülyalar gösterdiği denizciler gönüllerince eğleniyordu. Asırlar geçmişti ama insanların eğlence alışkanlığında değişiklik olmamıştı.
Hana girip, ilk gördüğü boş yere oturdu. İri yarı bedeni ve siyah bakışları insanları ilk başta ürkütüyordu ancak üstüne dar gelen elbiseleri görünce küçük gören gözlerini çeviriyorlardı.
Kısa boylu, nerdeyse cüce denecek kadar kısa hancı elinde şarap kadehleri dolu tepsiyle yanına geldi, ‘’Ne istersin koca oğlan?’’ diye gülümseyerek sordu.
‘’Ne mi isterim? Beni doyurabilir misin hancı?!’’
‘’Önce gözlerini doyur koca oğlan. Sonra ben senin karnını doyururum.’’ Cüce kibirle duraksadı, ağzını bükerek, ‘’sen bunların karşılığını ödeyecek gümüşten haber ver!’’
Küçük adamın elindeki tepsiyi alıp, masasının üstüne koydu. Hancı direnir gibi oldu ama inat etse tepsi yuvarlanıp, bir sürü dolu kadeh boş yere dökülecekti. İnat etmedi.
‘Koca oğlan’ tepsiyi masaya koyduktan sonra, hancının yakasından tutup, bir çuvalmış gibi kaldırdı. Dizine oturttu. Sırıtarak,
‘’Gümüş değil, sana altınlarla, elmaslarla paranı vereceğim! Bana şunu söyle, benim gibi biri sana para vermezse ne yapabilirsin sen? Hiç mi aynaya bakmadın!’’
Hancı korkmuş gibi durmuyordu. Kollarını kavuşturdu, ‘’Sana gücüm yetmez ama şimdi beni bırakmazsan, şunların yeter…’’ diyerek gözlerini servis tezgahına doğru çevirdi. Orada iki tane sarışın çıplak kız gülücükler dağıtarak içki servisi yapıyordu.
‘’Benimle dalga mı geçiyorsun sen?’’ diye merakla sordu iri adam. Sesinde öfke yoktu.
‘’Hayır koca oğlan dalga geçmiyorum. Şimdi beni bırak, yoksa onları çağırırım!’’
‘’Bunu söyledikten sonra kesinlikle seni bırakmam! Çağır da gelsinler! Senin huriler bana ne yapacak çok merak ettim doğrusu!’’
Hancı tiz bir ıslık çalara, tezgahın arkasındaki kızların dikkatini çekti. İki sarışın birden ufak adama döndü. Cüce, elleriyle yanına gelmelerini işaret edince kızlar koşuşturarak yanlarına geldi. Hancıyı şimdiye kadar birinin kucağında görmemişlerdi. Şaşkın şekilde ‘’Buyurun efendim?’’ diye sordu uzun saçlı olan.
‘’Koca oğlan beni bırakmıyor. Ben de sizi çağırdım’’ dedi hancı düz sesiyle. ‘’Beni alın elinden.’’
Kızlar gülüşüp ağızlarını kapattı. Kısa saçlı olan, bunun göğüsleri neredeyse koca adamın kafası kadardı, yaklaştı ve adamı boğazından yakaladığı gibi, sıkmaya başladı.
Ne kuvvetli ellerdi bunlar öyle! Bir anda nefesi kesilmiş, küçük bir oyun zannettiği şeyin, kesinlikle bir oyun olmadığını fark etmesi uzun sürmemişti. Hancıyı kucağından attığı gibi, kızın bileklerine sarıldı.
Çıplak kız, adamın üstüne çıkmış, iki eliyle birden boğazını sıkıyordu. İri adam kurtulmaya çalışıyordu ama gücü yetmiyordu. Hanın içinde, oraya buraya savrularak dönüyor, masaları dağıtıyorlardı. Adam kurtulmaya çalıştıkça nefesi iyice tıkanıyordu.
Sarışın kadınla beraber yere yuvarlandılar. Kadın adamın üstünde, tatlı bir tebessümle, hiçbir zorlanma emaresi göstermeden adamı sıkmaya devam ediyordu.
Koca oğlan, ne kadar çırpındıysa da, kadını üstünden atamadı. Gücü, nefesi tükeniyordu. Önce ayakları, sonra da elleri pes etti. Kalın parmakları kızın bileklerinden ayrıldı. Fal taşı gibi açılmış gözleri, kızın mavi, tebessüm eden gözleri üstünde oynaştı. Ve kapandı…
‘’İşte kendimi böyle kurtarırım koca oğlan!’’ diye sırıttı hancı. ‘’Dışarı atın bunu!’’
Duyduğu son sözlerdi bunlar iri adamın. Denizcilerin kahkahaları arasında, hanın dışına bir çuval gibi atıldı.
***
Gözlerini açtı. Öğlen güneşi yüzüne öyle bir vurdu ki, bir an kör olduğunu zannetti. Öksürerek ve hâlâ acıyan boğazını tutarak ayağa kalktı. Ellerini yüzüne gölge yapıp, etrafına bakındı. Hanı tanıdı. Dün geceki handı burası… Ama bir terslik vardı.
Hanın kapıları ve pencereleri kırıktı. Kafasını biraz çevirince bir sonraki hanında aynı şekilde harabeye dönmüş olduğu gördü. Elbiseleri de yoktu üstünde. Hızla çevreyi süzdü. Hiç kimse yoktu sokaklarda. Bir köpek bile…
Liman tarafına adımladı. İskelelerde sadece bir tane büyük bir kalyon vardı ancak o da yan yatmış, bütün direkleri ikiye ayrılmıştı.
Kaşlarını çatarak etrafında döndü. Bağırıp çağırdı ama duyduğu tek ses kendi sesinin yankısıydı. Bir de çölün sıcak esintisinin ümitsiz sesi…
Eğer baygınken uzun bir süre geçmişse, boğazındaki ağrının geçmiş olması gerekirdi. Buna anlam veremedi. Şehrin içinde dolaşırken, tekrar geceyi beklemeye başladı.
Said Halid Yeleğen, 2013
Birasından son yudumunu aldı ve sertçe sehpanın üstüne, boş şişeyi vurdu. Kanepede rahatça uzanmıştı ve baygın gözlerle televizyona bakıyordu. Yanında uyuyan arkadaşını sertçe dürttü;
‘’Oğlum uyan hadi, saat iki oldu!’’
Yeni uyanan genç, kafasını çevirdi. Odaya sanki nerde uyandığını bilmez gibi baktı. Perdeler kapalıydı. Odada loş ışık hakimdi ve sigara dumanı kesif bir sis tabakası gibi etrafı kaplamıştı. Dolu küllükleri gördü, oraya buraya dağılmış bira şişelerini ve pizza kutularını. Kalktı ve uyuşuk ayakları onu banyoya götürürken, koridordan seslendi;
‘’Abi kapat şu haberleri ya, sabah akşam iç karartıcı saçma sapan şeyler…’’
Kumandanın pili bitmişti anlaşılan. Birkaç defa elinin ayasına sertçe vurdu. Tekrar kanalı değiştirmeye çalıştı. Muhabir, kurtarma ekiplerinden ve göçük altında kalan adamlardan bahsediyordu. Bilmem kaç gün olmuştu ve umut iyice azalmıştı. Sonunda kanalı değiştirmeyi başardı.
Yabancı bir müzik kanalı açtı, yarı çıplak kadın ekranda dans ederken gülümsedi. Bu iyiydi! Sabah sabah iç karartıcı haber izlemenin alemi neydi! Kalktı ve dünden kalma pizza kutularından birine uzandı. Zafer edası ile kalan tek dilimi ağzına tıkarken klipteki kadının ne kadar güzel olduğunu düşündü.
*
‘’Memet abi? Ordamısın abi?!’’ üstündeki kalas parçasını belki bininci kez, umutla atmaya çalıştı ama olmadı. Açlıktan çok susuzluk bitirmişti kendisini. Takati kalmamıştı. Tekrar seslendi;
‘’Memet abi… Abi nolur dayan!’’
Yanında ki adam kımıldandı. Yorgun şekilde nefesi belirginleşti. Sıcaklığını ensesinde hissediyordu. Bu tünel, tepelerine çöktüğünden beri bu şekilde kurtarılmayı bekliyorlardı ancak o kadar uzun zaman geçmişti ki…
‘’Ölmedim daha Kemal! Telaşlanma iyiyim ben!’’
Yüzüne buruşturdu. Canı o kadar yanıyordu ki… Kalası tekrar kırılmış kaburgalarından atmaya çalıştı.
‘’Abi.. kaç gün oldu? Yirmi oldu mu?’’
Mehmet aslında şu anda kendisinden çok karısı Elif ve doğacak çocuğu için endişeleniyordu. Ölürse çocuğu babasız büyüyecekti. Karısı perişan olacaktı. Belki de göçük altında olduğunu öğrendiğinde çoktan çocuğunu düşürmüştü. ‘’Off.. Elif’’ diye düşündü.. Ne kadar da hayat dolu ve heyecanlı kadındı! Ve tedirgin.. En ufak şeyi büyüten ve heyecanlanan… ‘’Yarabbi sen onlara acı…’’
Kemal tekrar sordu..
‘’Ne dedin abi anlamadım? Oldu mu yirmi gün?’’
Mehmet sabırsızca cevap verdi:
‘’Oğlum kaç defa söyleyeceğim. Yirmi gün olsa çoktan ölürdük!’’ sadece sol kolu ve kafası açıktaydı. Geri kalan tüm bedeni kömür ve toprak yığınının altındaydı, tozlanmış ağzını sildi;
‘’Mümkün olduğunca konuşma, gücünü boş yere harcama…’’
*
Sultan gün görmüş kadındı. Ne badireler atlatmış ne çileler çekmişti. Beklemek çıldırtıcıydı ama sabretmeyi öğrenmişti. Buda geçecekti elbet… Durmadan dua ediyordu, hem oğluna, hem hamile gelinine. Haberi ondan gizlemişlerdi. Elifin bir şeyden haberi yoktu ancak durmadan kocasının yanına gelmesini istiyordu. Onu hep, izin alamadı deyip, geçiştirdiler. Hastanede sancılarla boğuşurken kocasının o sert elini tutmak istiyordu. Kaslı kollarının arasında küçücük olmak istiyordu. Ona sığınmak istiyordu ama adi şirket Mehmedine izin vermiyordu…
Sultan eğildi ve gelininin terli saçlarını düzeltti;
‘’Dayan kızım az kaldı. Doğum yakın dedi doktor’’
Elif doğrulmaya çalıştı. Yüzünde keskin bir acı belirdi.
‘’Niye ağlıyorsun anne? İyiyim ben’’ zorla gülümsemeye çalıştı ancak kayınvalidesinin ağlamasına anlam veremedi. O da bir anda duygusallaştı ve ağlamaya başladı. Sarıldılar. Elif neler olduğunu bilmiyordu ancak ters giden bir şeyler olduğunu sezdi. Sorular sordu, ağladı, sancılandı ama kimse ona Mehmedinin göçük altında kaldığından bahsetmedi.
*
Kanepeye boylu boyunca uzanmış, telefonuyla sevgilisine, eski sevgilisi olmak üzere idi, asabi hareketlerle mesaj yazıyordu. Diğeri içeri girdi, yaklaşırken;
‘’Kaldır ayaklarını oturacağım, ne oldu gene sinirlisin? Hatun mu?’’ yanına ilişti ve arkadaşının ayaklarını iyice itti.
Mesajı gönderdi ve doğruldu. Morali bozuk, sinirliydi. Yağlı saçlarını karıştırırken cevap verdi;
‘’Evet… fakültede beni bekliyor. Gideyim de derdi neymiş göreyim’’ kalktı, sigara paketini sehpadan aldı, telefonunu cebine koydu. Dışarı yöneldi.
Kanepedeki, arkadaşının yerine uzandı, kumandayı eline aldı. Seslendi ;
‘’Gelirken yiyecek bir şeyler al!’’. Kanalı değiştirmeye çalıştı ama pili bitmişti. Bir daha seslendi ‘’ Pil de al ama boktan marka alma ucuz oluyor diye!’’ Yerinden kalktı, televizyonun düğmelerinden kanalları değiştirdi. Son dakika yazısını görünce duraksadı, dikkat kesildi.
Kadın spiker; ‘’Bu gün artık ümitlerin tükendiği gün. 8. Günün sonundayız. Ama köpekler az önce bir iz buldu ve kurtarma çalışmaları o bölgeye yönlendi.’’ Kadını dinlemeden kanalı değiştirdi.
‘’Elin adamı uzay teknolojisi kullanır bunlar kediyle köpekle uğraşır…’’ dedi ve bir küfür savurdu. Kanalları gezmeye devam etti.
*
Sancılar artık dayanılmaz haldeydi ve doktor artık vaktinin geldiğini söyleyip Elifi doğumhaneye aldı. Sultan hanım, küçük oğlu ve gelinin kardeşleri buradaydı. Hepsi matem içindeydi. Artık ümit yoktu. Bu kadar gün, kömür soluyarak canlı kalmaları mümkün değildi. Haberler artık her şeyin bittiğini ima ediyordu ve birkaç saat önce üç kişinin ölü bedenine ulaşmışlardı. Aralarında Mehmet yoktu. Sultanın küçük oğlu, doğumhanenin önünde durmadan volta atıyordu. Görevlilerin uyarmasına aldırmadan sigara üstüne sigara içiyordu. Amca olacaktı ama birisi o anda ne istediğini sorsa, sorana iyi bir yumruk geçirirdi ve hiç duyulmamış küfürleri sıralardı. Sinir krizi geçirmeye başladı. Sultan, oğlunu tokatlayıp kendisine getirmeye çalışırken, sakinleştirici iğne ile uzun bir uykuya daldı.
*
Kemal, ellerini kalasın altına tampon yapmıştı. Bunu becermesi kaç gün sürmüştü? On mu? Yirmi? Ahh… yirmi gün yaşaması mümkün değildi evet. Bir ses duydu karanlığın içinde… Heyecanlanması gerekiyordu ama korktu. Aklından ‘’kurtarılmasam daha iyi olur, kimse gelmesin’’ diye geçirdi ve bu saçma sapan şeyleri nasıl düşündüğünü sorgularken aynı sesi tekrar duydu;
‘’Kemal… Eğer… Çıkabilirsen….’’ Mehmetin sesi o kadar derinden ve hırıltılı geliyordu ki, ne dediğini anlamak, aralarında santimler olmasına rağmen, çok zordu. ‘’Eğer.. ben…’’ sesi kesildi.
Kemal heyecanla sanki kalası bu sefer üstünden atabilecek zannederek ittirdi ama… Onun da sesi boğuktu;
‘’Abi! Memet abi! Abi Allah aşkına dayan!! Abi!!!’’ sesi bu kadar çıktı. Bir kedinin hırıltısı kadar. Ama kulakları zonkluyordu. Öksürük krizine girdi. Zifiri karanlıkta bir şey görünmüyordu ama gözünün önüne siyah kadifemsi bir perdenin indiğini hissetti. Ve sonrasında hatırladığı tek şey, birinin O’na, hayatında hiç içmediği kadar leziz, soğuk ve içtikçe mutluluk veren bir suyu içirdiğiydi. Artık hiç bir şey umurunda değildi. Hatta nerde olduğu bile…
*
Çocuk doğdu. Bir erkek. Elif zor bir doğum yapmıştı ve baygındı.
Sultan torununu kucağına aldı. Göz yaşları uyuyan çocuğun bembeyaz yüzüne düşerken, oğlunu düşündü. Nasıl bir yerde oluğunu ve neler yaşadığını. Yada hala yaşayıp yaşamadığını.
O an kimseye açıklayamadığı bir his doğdu içine . Bir rahatlama hissi. Biliyordu ki artık oğlu bu dünyadan, o anda, göçüp gitmişti. Torununu kucağına aldığı an. Bu rahatlama hissine bir anlam veremiyordu. Ağlaması, kendini harap etmesi, bunları düşünemeyecek kadar kendini parçalaması gerekti ancak içindeki his oğlunun şu anda rahata erdiğini söylüyordu.
*
‘’Kıs şu müziğin sesini yarın finalim var!!!’’ diye avaz avaz bağırdı ama arkadaşı onu duymuyordu. Kalktı ve sinirle odaya girdi. Televizyon açıktı ve gözüne kırmızı bantta akan kocaman yazı takıldı. ‘’Göçükten sağ çıkan yok’’. Kafasını hızlıca çevirdi; duvarın köşesinde, elinde bira şişesi ve yanında küllükle oturan arkadaşına yaklaştı.
‘’Aloo!! Kime diyorum oğlum, kıs şunu biraz’’
Yerde oturan gözlerini açtı. İfadesiz bir şekilde karşısına dikilmiş olan arkadaşına baktı. Usulca, dudaklarından kelimeler döküldü;
‘’Beni terk etti…’’
Ayakta olan müzik setine uzandı. Kapattı. Kapatınca televizyonun sesi tekrar duyulmaya başladı ancak, şu anda konu göçük altında can verenler değildi.
Tekrar arkadaşına döndü. Elini uzattı kalkmasına yardım etmek için.
‘’Abi tamam takma kafana. Gel dışarı çıkalım biraz hava al’’
Yerdeki bira şişesini kenara koydu. Küllükteki sigarasından derin bir nefes çekip, söndürdü. Sızlanarak, hatta dilenircesine ses tonuyla;
‘’Oğlum ben onsuz ne yaparım! O olmadan hiçbir şeyin anlamı yok!’’
Arkadaşı onu teselli eden birkaç söz daha söyledi. Hayatın manasından, daha ne kızların gelip geçeceğinden, dışarıda ondan çok daha iyilerinin olduğundan… Arkadaşı biraz yatıştı ama yine de ağlıyordu.
*
Kafa dağıtmak, aşk acısını dindirmek için içmeye gideceklerdi. Giyindiler. Işıkları kapattılar. Birkaç çöp torbası ellerinde dışarı çıkmak üzereyken biri diğerine;
‘’Televizyonu kapat, anahtarını aldın mı?’’
Diğeri odaya girdi. O sırada beyni istemsizce ekrandaki yazıcı hızlıca okudu, göçük altında can veren birinin, cesedinin çıkarıldığı gün, eşinin doğum yaptığı ile ilgili bir şeyler yazıyordu. Televizyonu kapattı. Anahtarlarını aldı.
Dışarı çıkarken elini arkadaşının omzuna koydu, gülümseyerek,
‘’Dışarda, içilmek için bekleyen biralar, oynaşmayı bekleyen hatunlar varken, onun gibi birine takılıp kalma oğlum. Yarın bütün acılarından arınmış olacaksın’’ dedi.
Diğeri, şüpheci bir gülüş attı ve başıyla evetledi.
Bekleyenleri bekletmek hoş bir şey değildi.
Said Halid Yeleğen 2011
…ellerim uyuşuyor. Bu hissi engelleyemiyorum. Sızı parmak uçlarımdan başlayıp, bileğime kadar geliyor ve orada kesiliyor. Adeta bir nöbet gibi; günde en az iki kez. Doktor stresten olduğunu söylüyor. Ama ben bu kez hiç de öyle olduğunu düşünmüyorum.
*
Afife Hanım , ağrıyan belini tutarak yatağında doğruldu. Kocası Kemal Bey her zamanki gibi yorganı üzerinde toplamış, sırtı açıkta horluyordu. Bu nur yüzlü kadın tatlı bir gülümseme ile ayaklandı. Komodinin üzerinde duran şalını aldı, itinayla sırtına attı. Yaşına rağmen ak düşmemiş altın sarısı saçlarını düzeltti. Odanın köşesindeki terliklerini giyip mutfağa yöneldi. Çeyizinden kalma bombeli çaydanlığın alt kısmına, yarısına kadar su doldurdu. Kızı Seda çay içmediği için az demlerdi. Ocağı yaktı ve kaynamak üzere suyu çaydanlıkla baş başa bıraktı.
Holden geçip dış kapıya, gazete ve ekmeği almak için yöneldiğinde , kilitli olduğuna emin olduğu halde , kızının odasının kapısını açmaya yeltendi. Kilitliydi; “Biraz daha uyusun, canım benim” diye mırıldandı ve dış kapının koluna asılmış olan gazeteyi ve ekmeği içeri aldı. Yavaşça, gıcırdayan kapıyı kapattı.
Kemal Bey memur emeklisi; Afife Hanım ise çok sevmesine rağmen kızı için bıraktığı, bir ilkokul öğretmeniydi. İstanbul’a tam yirmi beş yıl önce gelmiş, ilk başta Sarıyer, sonra sırası ile Fatih ve Beşiktaş’ta ikamet etmişlerdi. Kemal Bey altı sene önce emekli olduğunda, biraz sakin bir hayat için Beylikdüzü’ne taşınmışlardı. İnsana huzur ve güven veren bu sakin siteyi ise , özellikle kızları için tercih etmişlerdi ; Kemal Bey’in asker arkadaşı Orhan Bey’in müdürü olduğu kolej, bu sitenin içindeydi. Seda lise iki öğrencisiydi ve her zaman okumayı çok sevdiğini söylüyor, ama bir türlü derslerinde başarı gösteremiyordu. Annesi bu konuda tasalansa da, Kemal Bey’in içi rahat “düzelir, düzelir…” deyip geçiştiriyordu.
Afife Hanım, bu güzel hafta sonunu mükemmel bir kahvaltı ile başlatmak niyetindeydi. Kış vakti, güneşin yüzünü gösterdiği ender vakitlerden biriydi. İçinde sanki yeni gelin heyecanı taşıyordu, kıpır kıpır, kahvaltıyı hazırlamaya koyuldu.
*
“Alo! Mert! Alo!”
“Ne var!?”
“Oğlum bana bak! Seda’ya ulaşamıyorum! Cebi kapalı!”
“Ne yapayım.. Bana ne!”
“Ya bak! Dün gece ona bişi içirmediniz değil mi?”
“Yok bee. Sadece şey.. ee”
“Ney?!”
“Ya biz sarmıştık; O da bitane içte.”
“Allah belanızı versin!”
“Kes be!”
“Sen kes! Ne suçu vardı başlattınız?”
“Eeeh! Dır-dır-dır! Sıktın yaa..! Hem sen getir kızı tanıştır. Sonra da yok efendim niye içirdiniz! Yok efendim niye becerdiniz! Yok efendim…”
Telefon yüzüne kapandı.
Mert pis sakallarını karıştırarak, cep telefonunu sağ tarafındaki koltuğa fırlattı. Karın boşluğuna yaslanmış kızı sol tarafına itti. Yataktan kalktı. Yarı sinirli, “Küçük orospular sizi..” dedi ve çırılçıplak odadan dışarı çıktı.
*
Afife Hanım kahvaltıyı balkona hazırlamış, yaptığı mükemmel esere, elleri belinde, gözlerini kısarak alıcı gözüyle bakıyordu. Bir an bir şey kaparmış gibi elini kaldırdı, “Tabii ya! Müzik!” dedi ve mutfaktaki teybe bir kaset koydu. Ayşegül Durukan şarkıya başlarken, Afife Hanım da heyecanlı ve seri adımlarla Kemal Bey’in yanına gitti.
*
Kıvırcık saçlı kız odasında fır fır dönüyordu. Bir o yana bir bu yana küfür savurarak. Duvardan duvara kapladığı kapladığı posterlerden birini yırttı; “kehretsin! Neden içirirlerki! Tamam, tamam, ben tanıştırdım ama onlarla buluşma da dedim. Kahretsin!” Şebnemi salondaki kuştan ve duvarlardan başka duyan yoktu.
Seda’nın eski sınıf arkadaşı, okulu bırakmış, güya kendini müziğe ve sanata vermişti. Ailesi İsviçre’de kar tatilindeydi. Şebnem gitmeyi hiç istememiş; “ben kardan nefret ederim, siz gidin” olmuştu son sözü annesine. Pek tabii ki sebep kara olan nefret değil; uyuşturucuya olan aşktı.
*
Afife Hanım yavaşça bir buse kondurdu Kemal Bey’in yanağına. Kemal Bey yüzünde esnemeye benzer bir kasılma ve gülümseme karışımıyla, kısık gözlerle sevgilisine baktı. Orta okulda birbirlerine aşık olan çift, sanki ilk defa heyecan duyuyormuş gibi baktı birbirlerine. Durukan’ın saf ve mükemmel sesi, yatak odası ve bakışmalar, Kemal Bey’e gençliğini hatırlattı; arsızca sırıtarak, elini, üstüne doğru eğilmiş Afife Hanım’ın kalçalarına uzattı. Afife Hanım ani bir hareketle elini tuttu. Alt dudaklarını ısırdı. Kıkırdayarak, “Aaa.. Ne ayıp! Çocuklaşma Kemal! Geçti bizden. Hadi kahvaltı hazır..” Kemal Bey elini nazikçe karısının yüzüne kaydırdı, saçlarını, boynunu okşadı, şirin bir çocuğu sever gibi sevecen bakışları vardı. Birden ayaklandı ve “Tamam. Lavaboya gidiyorum. Sen çayları koy” dedi.
Afife Hanım mutfağa doğru giderken, kızının kapısını çaldı. “Sedaa.. Minik kuşum.. Tatlım.. Hadi annesinin güzeli kahvaltı hazır” dedi ve mutfağa yöneldi.
Kemal Bey çayları dolduran eşine baktı
“Gül, nerde kız?” diye sordu.
Afife Hanım cevap verdi, ‘’yatıyor’’. Kemal Bey ‘Afife’nin söylenişi zor diye ona diğer ismi ‘Gül’ ile hitap ederdi, “seslendim ama kalkmadı. Uyuyor herhalde. Dün gece geç geldi.
Kemal Bey,
“Neredeymiş?”
“Geçikeceğim demişti ama bende bilmiyorum, anahtarıyla girmiş”
“Kaynatmıştır sabaha kadar arkadaşlarıyla, kız milleti ne yaparki başka!”
Afife Hanım suratını eşkitti, yerine otururken, “aşk olsun Bey! Benim hiç dedikodu yaptığımı gördün mü!”
“O, hoo! İnkar etme bari” Afife Hanım elindeki çatalı tehditkar şekilde kaldırdı, yan gözle Kemal Bey’e döndü; “Bak hele!.. Acımam bak!” Kemal Bey bir kahkaha patlattı, karısı da bir gülümsemeyle katıldı ve kahvaltı tatlı sohbetlerle devam etti.
*
Kahvaltıdan sonra Kemal Bey biraz yürüyüş yapacağını söyledi ve dışarı çıktı. Bu güneşli havayı kaçırmamalıydı. Aslında bu bir bahaneydi ve Afife Hanım da bunu çok iyi biliyordu. Yoksa Kemal Bey yalnız dışarı çıkmazdı…
Afife Hanım bu güzel kahvaltıdan sonra bir dizi işe girişecek, börek ve kısır yapacaktı. Öğle sularında komşuları gelecek ve bu gün mevzuudan dolayı kızdığı dedikodunun sınırlarını zorlayacaklardı.
Afife Hanım Kemal Bey’i yolcu ettikten sonra, kahvaltı sofrasını toplamaya başladı. Tam tabakları tezgaha koyacaktı ki, zil çaldı. “Acaba ne unuttu” dedi ve kapıyı açtı,
“Şebnem.. Kızım hoş geldin. Gir gir.. Çekinme. Seda odasında. Daha uyanmadı. Kim bilir belki sen uyandırabilirsin.”
Bu kadının bu kadar iyimser olması Şebnem’i hasta ediyor, midesinde garip bir yanma hissi uyandırıyordu. Bunun sebebi kıskançlıkmı yoksa… Yoksası yok. Bunun yerine söyleyecek başka bir şey de bulamıyordu. Sahte bir gülümsemeyle içeri girdi. Doğru Seda’nın odasına gitti, “Seda. Açsana kapıyı kız. Ben geldim hadi. Bak sana manyak haberlerim var.”
Afife Hanım kapıyı kapattı. Hayıflanarak Şebnem’e, “Kızım hoş geldin. Karnın aç mı? Bak kahvaltı yapmadıysan..”
Şebnem soğuk bir ifadeyle , “Saolun aç değilim” dedi ve önündeki kapıyı sert sert çalmaya başladı. “Seda aç kapıyı hadi..Sedaa”
Şebnem kapıyı biraz daha sert çalmaya başladı. Arkası siyah pir posterle kapanmış kapının buzlu camı, sert bir şekilde titriyordu. Afife Hanım’da merakla yanına geldi. “Neden açmıyorsun kızım. Hadi. Kalk kahvaltını yap. Ayıp ama.”
Şebnem araya girdi. “Ben hallederim siz işinize bakın.” Afife Hanım birden kendini yabancı biriymiş gibi hissetti. Gözlerinde korku ve tedirginlik okundu bir an. Derin bir iç çekerek mutfağa gitti.
“Seda kızıyorum ama! Aç hadi” dedi ve sert bir yumruk attı. Kendi aklına çok sık şekilde gelen habis fikir, yine zihninde belirdi ama, baş rol oyuncusu Seda olunca, dehşete kapıldı. Korkuyla sızlanmaya başladı, “Seda ne olur aç. Tedirgin oluyorum. Hadi. Tamam! Açmayacaksan da cevap ver! Hadi!”
Afife Hanım telaşla yanlarına geldi. “Seda bak kızıyorum. Aç hadi kapıyı.”
Ama ne bir cevap ne de bir tıkırtı vardı. Yaklaşık on dakika kapıda yalvardılar. Afife Hanım –bir anne olan ve mevzu çocukları olduğu zaman en iyi korku yazarından daha korkunç senaryolar üretebilen- telaşlanmıştı ve hemen telefona sarıldı. “Alo! Kemal! Hemen eve gel. Kız kapıyı açmıyor. Telaşlanıyorum. Çabuk!” dedi ve kapattı telefonu. Fazla uzaklaşmamış olan Kemal Bey bir kaç dakika sonra zili çaldı. Afife alelacele kapıyı açtı ve lafa girişti, “Açmıyor kapıyı! Ses de vermiyor!”
Kemal hiç konuşmadan kapıya yöneldi. Şimdiye kadar kızına hiç bu ses tonuyla konuşmamıştı, “Aç kapıyı. Bir daha söylemeyeceğim. Ve kıracağım… Aç” dedi ve yumrukladı camsız tarafını.
Yine aynı berbat sessizlik.
Kemal Bey tereddüt etmeden kırdı kapıyı. Cam da ortadan çatlamıştı. Kilidin sıkışan dili ufak bir omuz darbesiyle direnmeyi bıraktı ve kapı ardına kadar tiz bir çığlık atarak aralandı.
*
Mert duştan çıktı. Havluya sarındı ve yatağına geldi. “Kalk hadi. Kalk.” dedi ve kızı dürttü. Kız homurdanarak; “Ne var yaa. Kalkıyoruz işte”. Murat aldırmadı ona. Mert şehvetini fazlası ile tatmin etmiş olacak ki, kızın çıplak bedeni ve duruşu onu hiç etkilemedi. Kız bir an utanmış gibi çarşafı üstüne çekti, “Çık dışarı.. Giyineceğim!”. Mert yarım bir gülüşle dışarı çıktı.
*
Afife Hanım bayılmıştı. Kemal Bey de ne yapacağını şaşırmış, bileklerini kesmiş olan kızına mı, baygın yatan karısına mı yoksa; sinirden etrafı kırıp döken Şebnem’emi müdahele edecekti. En doğrusunu yaptı ve kızının yaşayıp yaşamadığını kontrol ettikten sonra, zorlansada karısını kucakladı ve salona götürdü. Şebneme bağırdı “Aptal kız. Ambulans çağır!”. Şebnem krize girmişti. Seda’yı bu halde görmek ihtiyacını depreştirmiş, hiçbir şey duymuyor, hiçbir şey görmüyor ve hissetmiyordu. Tek bildiği kanlar içinde yatan Seda’nın cansız bedeniydi. Ama nasıl olduysa bir şey dikkatinden kaçmadı…
*
İki ay ne televizyon ne de teyp çalışmadı. En ufak bir gülücük, küçük bir espri veya bir tebessüm bile olmadı aralarında. Afife sinir krizlerini geçen hafta atlatmış, Kemal ise aynı krizlerin yüzlerce defa kendine geldiğini hissetmiş ama anlam veremediği bir kuvvet sayesinde soğuk kanlılığına hakim olmuştu.
Polis neden intihar etmiş olabileceğini sormuş Kemal Bey de hiçbir sıkıntısının olmadığını, basit bir aşk acısı veya bir kapris yüzünden intihar edecek kadar güçsüz bir kız olmadığını söylemişti.
Şebnem de bir çok şeyi bilmediğini söylemiş, özellikle uyuşturucu mevzunu açmamıştı. Polis, Kemal Bey’in ricası ve ısrarı ile olayın üzerine fazla gitmedi. Yoksa kanındaki yüksek dozdaki uyuşturucuyu bulmak bir an meselesiyidi.
*
Mert zil zurna sarhoş bardan çıktı. Yanına esmer ve çok çekici bir kız yanaştı. Kot pantolonun, üstüne de kırmızı bir badi giymiş saçlarına garip bir şekil vermişti. Mert bu gece için iyi bir parça olduğu düşündü.
Kız, Mert’in sinirlerini hoplatacak sözleri duydu, “Bu gece benimle birlikte olurmusun yakışıklı?” Sinirlerini geren bu sözler değil; kız zanettiği travestinin ses tonuydu. Bu aldanmışlığa lanet ederek, karşısındaki ittirdi ve yoluna devam etti.
Taksiyle evine geldi. Görmese bile ezbere bildiği kilidi hemen açtı. Ve kendini içeri bıraktı. Duş alacaktı ama o kadar başı ağrıyordu ki, banyoya girmek suyun ısınmasını beklemek, sonra yıkanmak… Benliğini duş almamaya motive ederken kendini yatakta buldu ve rahatsız bir uykuya daldı. Daha doğrusu sızdı. Sızarken yatak odasında ki koltukta oturan Şebnem’i farketmedi.
*
Bir el sert bir şekilde sarsıyordu kendisini. Tıslayarak uyandı. Şebnem, göz çukurları iyice derinleşmiş ve morarmış, incecik bedeniyle karşısındaydı. Bu kız ilk başlarda ne kadar da güzeldi aslında, “Ooo, misafirimiz varmış! Hoş geldin. Ne zaman girdin içeri kız!”.
Tedirgin olmuştu. Çünkü Şebnem hiç de hoş bulduk gibisinden bakmıyordu, “Kalk! Şerefsiz, kalk! Artık dayanamıyorum. Beni mal değil, vicdan öldürecek. Seni neden saklıyorum ki!! Allah belanı versin artık dayanamıyorum. Seni polise ihbar edeceğim!..”
Mert şaşırmıştı. Şebnem makinalı tüfek gibi lafları sıralıyordu ve artık O’nunda sabrını taşırdı. Aniden kalkıp bir tokat attı. Yere yuvarlanan Şebnemin üzerine gitti ve sol kolunu kaldırıp işaret parmağıyla odanın kapısını işaret ediyordu, “Defol kaltak! Hiç bi bok yiyemezsin. İspat edemezsin. Kullanıyorum diye beni içeri atmazlar! Defol. Bir daha görürsem seni, bu kadar insaflı olmam!”
Şebnem nefretle baktı. Yerinden kaltı ve dışarı doğru sert adımlarla yürüdü. Tam kapıdan çıkarken, “Göreceksin nasıl ispat ettiğimi” dedi ve çıktı.
*
Afife kızını otuz sekiz yaşında doğum yapmıştı. Çok zor ve riskli bir doğumdu. Hiç umutları yoktu ama hamile olduğunu farkettiğinde sevinçten çılgına dönmüştü.
Kemal Bey o günü nedense bir türlü hatırlayamıyordu. Karısının hamileliğini de, kızının doğumunu da… Sanki onu leylekler getirmiş veya yerden bitmişti. Cevap verdi, “Ben hatırlayamıyorum o zamanları ama bebekliği an ve an akılmda” işte ilk tebessüm burada oldu. Afife Hanım ağlayarak kocasının boğazına sarıldı. Hıçkıra hıçkıra içini çekerek ağlıyordu. Zil çaldı!
Kemal Bey taziyeleri alalı çok olmuştu ve üç gündür evine gelen kimse yoktu kapıcıdan başka. “Hayırdır inşaallah” diyerek kapıya yöneldi.
Açtı. Karşısında Şebnem vardı.
Afife bu kızdan çok şüphelenmişti. Adı gibi emindi ki bu kızın bildiği bir şeyler vardı. Kız her zamanki soluk bakışlarıyla salona girdi. “Merhaba” dedi cevap beklemeden. Afife atıldı “Ne var! Niye geldin?” Şebnem böyle karşılanacağını biliyordu ama umursamadı, “Al” dedi “Oku”
Afife kızın elindeki buruş buruş yarı kırmızı garip kağıdı aldı. Eline alır almaz bitti zanettiği kriz tekrar nüksetti.
…
şebo asında senin suçu yok hata benim anlattığım gibi onda beni çeken karşı koyamadığım bir şey vardı seni dinlemeliydim ve onun yanına hiç gitmemeliydim işte o gece bana tecavüz etti aslında tecavüz değil bende onu tahrik etmiştim ilk başta karşı koydum ama sonra ben de istedim kan akarken çok soğuk gibi geliyor ama çıkarken çok sıcak farklı bir haz… ben mertten hamileyim aileme layık değilim uyuşturucuda o biçim zaten bir bok çukurunun içindeyim her an sıkıntıdan karnıma kramplar giriyor bir ara doktora gitmiştim elimdeki uyuşuklukla ilgili ve gene ellerim uyuşuyor bu hissi engelliyemiyorum sızı parmak uçlarımdan başlayıp bileğime kadar geliyor ve orada kesiliyor adeta bir nöbet gibi günde en az iki kez doktor stresten olduğunu söylüyor ama ben bu kez hiç de öyle düşünmüyorum Ben pes ettim şebo. Sen kendini kurtar…
Afife Hanım gözyaşları içinde kağıdı bağrına bastı.. “Neden sakladın bunu ha?! Neden sakladın”
Şebnem suçlu gibi başı öne eğik, “Korktum” diyebildi sadece.
Kemal Bey lafa girdi, “Kim bu Mert şerefsizi”..
Şebnem “Tanıyorum O’nu. İsterseniz götürebilirim.”
Kemal Bey , Gerek yok. Şimdi doğru polise gidiyoruz. Biz o insanlar gibi hak hukuk tanımaz insanlar değiliz. Eminimki en iyi cezayı alacaktır.”
*
Polise suç duyurusunda bulundular.
Kemal Bey, Orhan Bey vasıtası ile iyi bir avukatla tanıştı. Durumu anlattıktan sonra avukatın yüzünde bir tedirginlik ifadesi vardı, “Kemal Bey. Üzgünüm ama en fazla bir iki sene ceza alır. Buna hazırlıklı olmalısınız. Yaptığı şeyler affedilemez fakat…”
Kemal Bey adalete çok güvendiğini, hakimin onları anlayacağını ve hakkettiği cezayı vereceğini defalarca tekrar etti. Avukat ise bu işlerin böyle yürümediğini… Ama Kemal, avukatı duymuyordu…
*
Mahkemede karar açıklandıktan sonra güvenlik görevlileri Afife Hanımı zor zaptetti.
Kemal Bey bu komik denecek ceza karşısında şoka girmiş, öylece donup kalmıştı. Mert sadece bir buçuk sene yatacaktı. Bu karar yaşlı adamın yüreğine bir hançer gibi saplandı.
Mert sırıtarak mahkeme salonunu terketti.
*
Kemal Bey komadan yenik çıktı. Kalbi iflas etmiş, acılar içinde Afifesini, biricik Gül’ünü yalnız bırakmıştı. İki aydır hastanede komadaydı ve doktorlar şansınının çok az olduğunu söylüyordu. Afife artık hayatta yalnızdı…
*
“Geçmiş olsun.”
“Hadi yolun açık olsun”… uğurlama sözcüklerine klasik cevabı verdi. “Hepiniz saolun, Allah kurtarsın”.. Mert hapisaneden çıktı…
Askerlere iyi günler dileyerek hapishane kapısından caddeye yöneldi. Artık özgürdü. Bir kaltağın intihar yükümlüsü olmuş, pislik içinde tam bir buçuk senesi ziyan olmuştu. Onu tabii ki karşılamaya gelen yoktu. Caddeye çıktı. Taksi bekliyordu. Arkasından bir ses duydu; kendine sesleniyordu bu ses,
“Mert!”.
Arkasına döndü. Bir kadın vardı. Çirkin, zayıf, yeşil gözleri pörtlek, bem Beyaz saçlı, korkunç bir kadın. “Ne var” dedi sert bir şekilde.
Kadın yavaş yavaş yaklaştı. Bu ifadesiz surat o kadar kendinden emindi ki, Mert korkuyla bir adım geri attı. Kadın, elinde gizlediği bıçakla tereddüt etmeden atıldı üstüne. Panikledi ve engellemeye fırsatı bulamadı. Bıçak tam göğüs kafesine saplanmıştı. Dengesini kaybetti ve caddeye yuvarlandı. Kadın tekrar hamle yapmak için atıldı ama o soğukkanlılığı birden heyecana dönüştü.
Caddenin sol tarafından bir kamyonet hızla geliyordu. Tiz fren sesi ve korna, kadını yerinden hoplattı ve bir refleksle kenara çekildi. Kamyonet duramadı ve adamın üstünden geçti.
Mert’in çığlığı kamyoneyin altında kalır kalmaz kesildi.
*
Afife Hanım evine hiçbir şey olmamış gibi geldi. İçinde garip bir huzur vardı. Sanki bu kötü olayları yaşayan kendisi değilmiş gibi…
Pencereleri açtı. Mahkemeden bu yana ev havasızdı ve temizlik yüzü görmemişti.
Teybe kaseti koydu. Mutfağı toparlamaya başladı. Müzik başladı, bir assolist edası ile neşe içinde Ayşegül Durukan’a eşlik ediyordu.
Said Halid Yeleğen, 2006
Karanlık ve dar bir sokak
Sessiz ve rahatsız edici
Sadece açılıp kapanan boş bir evin kırık penceresi
Yürüyorum
Takip ediyorlar mı bilmem ama
Kendi sıhhatlerini düşünseler iyi olur
Gittiğim yer onların hoşuna gitmeyebilir
Çünkü kimse dipsiz bir kuyuda düşerken zemini
Bu kadar iyi hayal edemez
***
Bir kedi dolanıyor ayaklarıma
Beyaz, ama karanlıkta gölge gibi bir kedi
Durdurmaya yetiyor bakışları
Ve hırıltısı
Elime alıyorum
Tırmalamasına aldırmadan
Ama kaçmıyor da…
Sonra gözlerinde ki kırmızılığı fark ediyorum
Bu bir kedi değil
Bırakıyorum…
***
Yağmur başladığında ceketime iyice sarılıyorum
İçime işlemesine izin vermeyeceğim artık
Sadece sesini duymak yetecek bana
Kediye dönüp bakıyorum
İstemeden
Orada öylece duruyor
Bana bakıyor
Bakıyor
Bakıyor
Ve dönüp gidiyor arkasına
Bir kaç adım gidiyorum yoluma
Dayanamayıp geriye dönüyorum
Kedinin peşine takılıyorum
Arkasına bir bakış atıyor
Ve hızla kaçıyor
Koşmayacağım peşinden
Yoksa yağmur içime işler…
***
Bu bir savaş
Bir ölmek, daha çabuk ölmek ve daha az acı çekme mücadelesi
Bütün askerlerin suratında şehvet ifadesi var
Ve bütün askerlerdeki korkuyu hissediyorum
Emir geliyor
Ordu ağır adımlarda yamaçtan aşağıya ilerliyor
Karşılarında bir tanrıça var
Şehvetleri kat kat
Korkuları kat kat
Artıyor
Tanrıça sadece yüreğini açıyor
Bir ışık sadece bir an için gözüküyor
Sadece bir an
Ve bütün askerler kör oluyor
O kadar korkuyorlar ki
Kaçmayı bile akıl edemiyorlar
Askerlerin akıbetini bilen yok
Benim akıbetimi bilen olmayacağı gibi…
Geriye dönüyorum
Bu sokağın ilerisinde yaşayacaklarımı gördüm
Askerleri gördüm
Tanrıçayı gördüm
Işığı gördüm
Onunla yüzleşecek kadar güçlüyüm ama cesur değilim
***
Bir münzevi çıkıyor karşıma
Bir elinde bir demet çiçek
Bir elinde kanlı bir yürek
Sessizce tekrarlıyor
Hayat budur
Hayat budur
Bir parça ikram et diyorum
Beğendiğini al diyor
Said Halid Yeleğen, 2007
Hava iyice soğumuştu ve yedi gündür yapılan arama kurtarma işleri tamamlanmak üzereydi. Dağın eteğine konuşlanmış büyük çadırlar ve aletler toplanıyordu. Kayıp olan sekiz kişilik ekipten sağ kurtulan tek bir kişi vardı. Mağaranın derinliklerinden çıkartılan üç ceset, çok önceden otopsi için gönderilmişti ve ölü olduğu zannedilen, ama mucizevi bir şekilde kurtarılan kadın, seyyar hastanelerden birinin içinde tedavi görüyordu.
İlk bulunduğu zaman kadının hali haraptı ve nefes almıyordu. Toz ve kan içinde çıkartılan kadına kontroller yapıldığında nabzının attığını fark etmişlerdi. Suni teneffüsten sonra ilk soluğunu nerdeyse bağırarak ve korku dolu gözlerle almıştı. Hemen ayağa kalkmış, ayağı kırık, bir çok iç organı ezik ve yüzü tamamen kan içindeydi, çığlık atarak, topallayarak ne yapacağını bilmez halde çadırların arasında koşturmuştu. Sonunda sakinleştirdiler ve şoktan çıkması için gerekli tedbirler alınıp, en yakın merkezdeki hastaneye götürmek için battaniyelere sarılarak hazırladılar.
Helikopter birkaç dakika sonra dağ eteğine inmiş olacaktı ancak durmadan sayıklayan kadın, dikkat çekici ve inanması güç şeylerden bahsediyordu.
Görevlendirilmiş iki özel polis, kadına neler yaşandığını sormak için, aslında daha çok sayıkladığı şeyleri merak etmişlerdi, büyük çadıra girdi. Ancak arkalarında biri daha vardı. Uzun siyah paltolu ve fötr şapkalı adam, polislerin hemen arkasında, çadırın girişinde bekleyerek kadını dinliyordu.
‘’Merhaba hanım efendi. Görünüşe göre biraz daha iyisiniz. Eğer anlatmak isterseniz, bize mağarada neler yaşadığınızı anlatın. Ve şunu belirtmem gerekiyor, içeride henüz bulamadığımız dört kişi daha var,’’ dedi şişmanca olan polis. Sesi gayet kibardı ancak kadının bakışları polisi tedirgin ediyordu.
‘’İşte sizin gitmeyi istediğiniz nokta burası ve burası da mağaranın girişi. Sizin girdiğiniz yer. Hiçbir ayrıntıyı atlamadan anlatın ki, kalanlara ulaşabilelim’’ diyen diğer polis memurunun yüz hatları sinirle gerilmiş, asabi ses tonu rahatsız ediciydi. Ve büyük dehlizin haritasını battaniyeler içinde titreyen kadına uzatmıştı.
Kadın haritayı yavaşça aldı ve ayakta dikilen polis memurlarına bakarken çadırın önünde duran fötr şapkalı adamı fark etmedi. Yan tarafında duran sudan biraz içti ve anlatmaya başladı.
‘’Öncelikle şunu söylemem gerekir, anlatacağım şeylere inanmayacaksınız ve benim hala şokta olduğumu düşünüp, gideceksiniz. Belki, ben iyileştikten sonra tekrar geleceksiniz ama benim size söyleyeceklerim yine aynı şeyler olacak.
Biz mağaraya sekiz kişi girdik. Ve dışarıda bizimle irtibat halinde olan iki arkadaşımız vardı. Onlar size neler anlattı bilmiyorum, zaten ben onları da görmedim. Söylediğim gibi içeriye sekiz kişi girdik ve planımız, mağaranın göz görmemiş dehlizlerine inip, fotoğraf çekmek ve video kaydetmekti. Galiba hiçbir aleti bulamadınız çünkü onları yitirmiştik.
Hedefimiz yaklaşık altı saat sonra, insan gözünün gördüğü son noktaya varmak ve bir saat dinlenip, yola devam etmekti. Bunu takip eden yolda altı saat daha ilerlemek ve orada yolcuğu bitirmekti. Ancak hiçbir şey planladığımız gibi olmadı.
Yolculuğun ilk iki saati gerçekten zorlu geçti ve kamera taşıyan arkadaşımız dengesini kaybedip bir yarıktan düştü. Onu son anda kurtardık ancak kamerası kayboldu. Biz de fotoğraflarla yetiniriz diyerek yola devam ettik. Yedek bir kameramız daha vardı ancak onu ne istedik, ne de gidip aldık. Fotoğraf makinesi yeterli olacaktı.
Ne olduysa üçüncü saatten sonra oldu. Hepimiz ip gibi dizilmiş, kaygan zeminde adeta sürünerek ilerliyorduk. En başta ve en sonda duran arkadaşlarımızda büyük fenerler vardı. Ben birkaç defa bir erkek sesi duydum. Sanki bana geri dön, kaç diyordu. Ama ses adeta kafamın içindeydi. Arkadaşlarıma sesi duyup duymadıklarını sordum ama gülüşüp korkmamam gerektiğini söylediler. Ben de aldırmadım ve onlara hak vererek yoluma devam ettim.
Üçüncü sırada duruyordum. Bulunduğumuz bölge devasa bir solucan için yapılmış gibi genişçe bir delikti ve biz dizlerimizin üstünde ilerlerken, en arkadaki ışığı taşıyan arkadaşımızın çığlığını duyduk. Bir anda arka taraf karanlığa bürünmüştü ve neler olduğunu anlamaya çalışıp, geriye iki arkadaşımızı gönderdik.
Onlar, kasklarındaki küçük lambaları yakarak gittiler ve biri daha çığlık attı. Diğeri ise sürünerek hemen yanımıza geldi. Bir yandan da kaçın diye bağırıyordu. Yüzü bembeyazdı ve biz duraksamadan, delikten çıkmak için ilerlerken, o bağırmayı sürdürdü. Sesi gitgide kısılmıştı. Biz sonunda delikten kurtulup düz bir alana geldik ve korkarak birbirimize bakarken, deliğe ışık tuttuk. Geride bıraktığımız iki arkadaşımız belki geri döner diye bekledik ama bize bağıran ve yüzü bembeyaz olan arkadaşımız, kesinlikle durmadan kaçmaya devam etmemiz gerektiğini söylüyordu.
Ne gördüğünü sorduğumuzda ise sadece ‘’…çok korkunç, ne olduğunu bilmiyorum. Ne bir insan ne de bir canavar…’’ diye tekrarlayıp durdu. Feneri ben tutuyordum deliğe ve kaçamak bir bakış attım. Karanlık deliğin aydınlandığı tarafta bana bakan bir çift göz gördüm. Korkuyla geriye çekildim çünkü bu gözler bir insana ait olamazdı.
Apar topar oradan ayrıldık ve koşturarak, delici sarkıtların arasında ve nemli kaygan zeminde ne kadar mümkünse, oradan uzaklaştık. Delikten çıktığımız yeri karanlık içinde bırakmıştık ve aramızdan hiç kimse arkasına bakmaya cesaret edemedi.
Soluklanmak için durduğumuzda halka şeklinde oturduk. Hepimiz kaskımızdaki lambaları yakmıştık ve dışarıdaki arkadaşlarımıza ulaşmaya çalıştık. Bu tip mağara ve dehliz dalışları için özel üretilmiş haberleşme cihazlarının hiç biri çalışmıyordu. Geriye dönmek için alternatif bir yolda yoktu. Rehberimizin söylediğine göre en yakın çıkış bir saat ilerdeki başka bir tüneldi. Oraya ilerlemeye başladık.
Çok değil, belki iki dakika sonra, karanlığın içinde gördüğü korkunç manzarayı tarif edemeyen ve sürekli bağırmış olan arkadaşımız, kendi kendine konuşup gülmeye başladı. Yine en arkadaydı ve dönüp baktığımızda yere oturduğunu gördük. Ben o ana kadar çıldırmış bir insanın nasıl göründüğünü bilmezdim ama arkadaşıma baktığımda onun çıldırmış olduğunu anladım. Kaskını çıkartmış, lambanın ışığını tepesine tutarak anlamadığımız bir dilde şarkı söylüyordu. Aramızda farklı dilleri bilen bir çok kişi vardı ve hiç birimiz ne dediğini anlamadık. Yardım etmek için yanına gittiğimizde, bize saldırdı. Ellerini pençe gibi kullanıyor ve saldırdığı arkadaşımızı tırnaklıyordu. Onu durdurmak için kafasına sertçe vurmamız gerekti. Galiba ölmüştü. Hepimizi şok içindeydik ve boğazında tırnak yaraları açılmış olan arkadaşımıza yardım ederek oradan uzaklaştık.
Rehberimizin söylediği gibi yaklaşık bir saat ilerledik. Karşımıza biri dar biri geniş iki yol ağzı çıktı. Sağdaki geniş olan bizi derinliklere götürecekti ve buraya gelme amacımız buydu. Ama biz sol taraftaki dar olan yolu takip ettik. Biran evvel yüzeye çıkmak istiyorduk ve hiç birimizde geri dönüp, daha kısa olmasına rağmen kaçarak uzaklaştığımız delikten geçmeye niyetli değildik.
Buradaki yol yine kaygandı ve yukarıya doğru eğimliydi. Belli bir süre sonra iyice dikleşti ve biz tırmanma malzemelerini kullanarak yukarı çıkmaya başladık. Burası adeta bir bacaya benziyordu ve yüzeye 114 metreydi. Rehberimiz elindeki aletle deniz yüzeyinden ne kadar derinde olduğumuzu ölçüyordu. Tırmanmaya devam ettik ve yarısına geldikten sonra burası da darlaşmaya başladı. Çantalarla ve ekipmanlarla delikten tırmanmak imkansızdı. Yanımıza sadece su ve el fenerlerimizi alıp, dar yerden tırmanmaya başladık.
En arkada en iri arkadaşımızı bırakmıştık çünkü o bir çok kez sıkışmış ve bizi yavaşlatmıştı. Tırmanış sürdü ve hepimiz son derece yorulmuştuk. Rehberimiz durmamızı emretti. Sesi çok titrekti. Ne olduğunu sorduğumuzda elindeki aletin bozulduğunu söylemişti. Sanki tırmandıkça daha aşağı iniyorduk. Aleti kurcaladı ancak bir sonuç elde edemeyince yolumuza devam ettik.
Kesinlikle iki yüz metreden daha fazla tırmanmıştık ancak yüzeyde değildik. Dağın içine değil, eteğine gittiğimizi de biliyorduk. Derinliği ölçen alet bozulmuştu ancak pusulalar gayet iyi çalışıyordu. Bu konuşmayı bitirip tekrar tırmanışa geçtik ve en arkadaki arkadaşımız daha fazla dayanamayacağını söyleyip sızlanmaya başladı. Onu orada bırakıp yolumuza devam ettik.
Dar baca ilerledikçe o kadar tehlikeli bir hal alıyordu ki, elimiz kaysa veya güçsüz düşsek, metrelerce uzunluktaki bacadan aşağı sürüklenip en iyi ihtimalle bir yere sıkışırdık. Kafalarımız karışıktı ancak, önümüzde uzanan tek yol burasıydı. En sondaki arkadaşımızın pes ettiğini anladık. Tiz bir çığlık attı ve sesi uzaklaştı.
Üç kişi kalmıştık. Her beş dakika da bir beş dakika mola vererek tırmanmaya devam ettik. Kayganlık git gide artıyordu. Anlaşılan üst tarafımızda bir yerde su akıntısı vardı. On metre kadar sonra sürekli su sızan bir yere geldik. Ellerimiz kayıyordu ve elbiselerimiz ıslanmıştı. Zaten rehber de bize kötü haberi o an verdi. Yol bitmişti. Tepede, ıslak bir kaya yolumuzu kapatıyordu.
Tereddüt içinde ağlayarak, sızlanarak, orada öleceğimizi zannederek panik içinde tartıştık. Benim hemen altımda bulunun arkadaşımın ayağı kaydı ve düşmemek için benim paçamdan tutundu. Nerdeyse bende düşüyordum ama onu tekmeledim. Çok korkmuştum. Şu anda bunu söylemekten çok utanıyorum ama evet onu karanlığa doğru tekmeledim ve seyrettim. Düşerken kafasını duvara çarptı ve lambası söndü. Kendi ışığımla birkaç saniye daha onun düşüşünü gördüm. Tam gözden silineceği sırada ise, durmaksızın çığlık atmama sebep olan ve yukarıdaki yol kapalı olsa bile tırmanarak kaçmaya çalıştığım şeyi gördüm. O her ne ise, delikten çıkmış ve bizi buraya kadar takip etmişti.
Çığlığı basıp tırmanarak benim üstümde duran rehberin paçasından destek alarak yanına tırmandım ve ikimiz beraber sıkışıp kaldık. Neler olduğunu sordu ancak ben cevap veremeyecek kadar korkmuştum ve çığlık atmaya devam ediyordum. O şey yaklaştı ve biranda bütün her yer karanlığa büründü. İkimizin de kaskındaki lamba sönmüştü.
Sıkışıp kaldığım yerden bir anda kurtuldum. Yanına geldiğim rehber, sanki çekilerek veya kayarak aşağıya düşmüştü. Ve midemi kaldıran, kemik kırılması sesleri içinde duyduğum etin ezilme seslerine eşlik eden, rehberimden gelen boğulma sesleri, donup kalmama sebep oldu. Gelen şey her ne ise adamı parçalıyordu. Her yerime rehberin sıcak kanı bulaşıyordu ve hatta ağzıma bile girdi. Etraf tamamen karanlıktı. Daha fazla dayanamadım ve bayıldım.
Anlatacaklarım bu kadar. Gözümü açtığımda ise kurtarma ekipleri beni yüzeye çıkartmıştı. Söylendiğine göre dağın çok derinlerinde, dört günlük yolun sonunda ulaşılabilecek bir yerde bulmuşlardı beni. Bu hiç mantıklı değil çünkü biz en fazla on saattir içerdeydik. Neyse, zaten anlattığım diğer şeylere de inanmanızı beklemiyorum.’’
İki polis hikayeyi dinlerken not tutmuşlardı ve zayıf olan kaygısız tavırlarıyla, ‘’Bu kadın çıldırmış. Hadi gidelim,’’ dedi ve çadırdan dışarı çıktı. Diğeri bir adım daha yaklaştı ve kadına, ‘’Hanım efendi, hem kamera hem de fotoğraf makinesini bulduk. Ve söylemem gereken şey içerde bir göçüğün oluştuğu. Zaten o ana kadar bütün kayıtlar var ve kamera kaydına göre de dört günlük kayıtlar mevcut. Sonrasını bilmiyoruz. Yani göçüğün olduğu bölgeden sonra neler olduğunu bilmiyoruz ama sizi zaten göçüğün olduğu yerde buldular. Sizin anlattıklarınız şokun etkisi ile gördüğünüz hayaller olmalı,’’ dedi ve geçmiş olsun dileyip çadırdan çıktı.
Girişte bekleyen ve kadına gözükmemeye çalışan fötr şapkalı adam içeri girdi.
Kadın, dinlenmek için gözlerini kapatmıştı ancak ön taraftaki hareketlenmeyi hissedip, gözlerini açtı. Uzun siyah paltolu adamın yüzünü göremiyordu. Şapkası gözlerini gölgelemişti. Doğrulmaya çalışarak dikkatlice baktı.
‘’Söylediklerinin hepsi doğru. Ama buna hiç kimse inanmaz. Sende bunları unutsan iyi olur. Kendi akıl sağlığın için en doğrusu bu,’’ diyen esrarengiz adam, sessizce dışarı çıktı. Sesi tanımıştı. Bu ses, mağarada duyduğu, kendini uyaran sesti.
Said Halid Yeleğen, 2013